Efendimiz (sas), Gençlerle Geleceğe Yürümüştür!
Firavun, Mısır halkını ve bütün usta sihirbazlarını bir meydana toplamıştı. Maksadı, Hz. Musa’yı (aleyhisselâm) mağlup etmek ve toplum nezdindeki konumunu ve itibarını korumaktı. Firavun, mahir sihirbazlarına; sihirbazları, hünerlerine; Hz. Musa da Allah’a güveniyordu. Müsabaka, sihirbazların hünerlerini sergilemeleriyle başlamış ve büyülenen gözler, Hz. Musa’ya dönmüştü. O ise Allah’a dayanarak asasını meydana atıvermişti ki inayet-i ilahî ile bir mucize gerçekleşmiş ve sihirbazların oyunlarını bozmuştu. Sihrin ne olduğunu çok iyi bilen usta sihirbazlar, işin hakikatini o anda anlamış ve Firavun’un tehditlerine rağmen her şeyi göze alarak Hz. Musa’ya iman etmişlerdi. Gözler önünde gerçekleşen mucizenin ve sonrasında sihirbazların iman etmesinin halk üzerinde meydana getirdiği tesiri kırmak isteyen Firavun, Hz. Musa’yı sihirbazlıkla, sihirbazları Hz. Musa ile birlikte hareket etmekle suçlamış ve mucizeyi de sihir olarak yaftalamıştı.
Müsabaka sonrası Hz. Musa, kavmine dönmüş ve onları, tevhide davet etmişti. Fakat Benî İsrail, iyice despotlaşan Firavun’dan korkmuş ve aralarından genç bir kuşak hariç kimse iman etmemişti: “Hasılı, başlangıçta Mûsâ’ya, kendi kavminden, genç bir kuşaktan başka iman eden olmadı. Kavmi, Firavun’un ve ileri gelen yetkililerinin, kendilerine işkence edeceklerinden korkuyorlardı.”1 Hz. Musa, bu gençlere yalnızca Allah’a dayanıp güvenmelerini tavsiye etmişti. Onlar, “Biz de Allah’a dayanıp güvendik. Ey Yüce Rabbimiz! Bizi o zalim kimselerin işkenceleri ile imtihan etme ve rahmetinle bizi o kâfirler güruhundan kurtar!”2 demiş ve dua etmişlerdi. Bunun üzerine Cenâb-ı Hak, ona ve kardeşi Hz. Harun’a, “Kavminiz için Mısır’da evler hazırlayın, evlerinizi ibadet yeri yapın, namazı hakkıyla ifa edin ve ey Mûsâ müminleri müjdele!”3 diye vahyetmiş ve bu gençlerin, Firavun’un kurduğu korku imparatorluğu içinde nerede ve nasıl yetiştirileceğine dair bilgiler vermişti.
Hz. Musa’nın davetinde olduğu gibi Allah Resûlü’nün davetine de ilk icabet edenler gençler olmuştu. İlklerin neredeyse tamamına yakını gençti. Onlardan Müslüman olduğunda: “Hz. Tuleyb İbn-i Umeyr 8; Hz. Ali, Hz. Muattib İbn-i Avf ve Hz. Mistah İbn-i Üsâse 10; Hz. Talha İbn-i Ubeydullah, Hz. Abdullah İbn-i Süheyl İbn-i Amr, Hz. Sa’d İbn-i Havle ve Hz. Sâib İbn-i Osmân 13; Hz. Eymen İbn-i Ubeyd 14; Hz. Erkâm İbn-i Ebi’l-Erkâm, Hz. Abdullah İbn-i Mes’ud, Hz. Abdullah İbn-i Mahreme ve Hz. Saîd İbn-i Zeyd 15; Hz. Zübeyr İbn-i Avvam ve Hz. Şücâ İbn-i Vehb 16; Hz. Sa’d İbn-i Ebî Vakkâs, Hz. Mes’ud İbn-i Rebî, Hz. Süheyl İbn-i Beydâ, Hz. Abdullah İbn-i Maz’ûn 17; Hz. Şemmâs İbn-i OsmanveHz.Hâlid İbn-i Ebi’l-Bükeyr 18; Hz. Süheyb İbn-i Sinân ve Hz. Kudâme İbn-i Maz’ûn 19; Hz. Ca’fer İbn-i Ebî Tâlib ve Hz. Âkil İbn-i Ebi’l-Bükeyr 20; Hz. Habbâb İbn-i Eret ve Hz. Âmir İbn-i Füheyre 23; Hz. Abdullah İbn-i Cahş ve Hz. Mikdâd İbn-i Amr 24; Hz. Mus’âb İbn-i Umeyr 25; Hz. Osmân, Hz. Ömer ve Utbe İbn-i Gazvân 26; Hz. Ebû Bekir 38…” yaşındaydı. Hanım sahabîlerin durumu da erkeklerden farklı değildi.
Dâru’l-Erkâm, gençleri kazanmak ve yetiştirmek için açılmıştı
Cahiliye kültürüne mensup Mekkeliler, atalarından tevarüs ettikleri gelenekleri koruma hususunda çok katı ve kaba bir çizgi takip ediyorlardı. İlk vahyin indiği gün gelişmeyi haber aldıklarında verdikleri tepki Firavun ve kavminin verdiği tepkinin aynısıydı; O’nu delilikle itham etmiş ve vahyi alaya almışlardı.4 Ortamı germek, onların düşmanlıklarını kronik hale getirmek istemeyen Allah Resûlü, dikkatli hareket ediyor ve bu gençlerle bire bir görüşüyordu. Kendilerini, inen ayetleri aralarında müzakere etmeleri ve namaz kılmaları için gözden ırak yerlere gönderiyordu. Bir seferinde onları fark eden Mekkeliler, peşlerine takılmış ve ibadet esnasında kendilerine ilişmişlerdi. 17 yaşındaki Hz. Sa’d İbn-i Ebî Vakkâs, daha fazla dayanamayıp karşılık vermiş ve kan dökülmüştü.5 Bu, Müslümanlarla müşriklerin karşı karşıya geldiği ilk hadiseydi. Gençlerin aksiyoner ruhuna, dinamizmine imanın gücü ve İslamî heyecan da eklenmişti. Mekkelilerin hazımsızlığı karşısında bazen hissi hareket edebiliyorlardı. Üstelik henüz inen sûrelerin sayısı da bir ikiyi geçmiyordu. Bu manada gençlerin zamana, eğitime, metodolojiye ve hareket felsefesine ihtiyaçları vardı.
Bunun üzerine Allah Resûlü, mevcut durumu ashâbı ile istişare etmiş ve orada hazır bulunanlardan 15 yaşındaki Hz. Erkâm İbn-i Ebi’l-Erkâm, Safa tepesindeki evini, bu işe tahsis etmeyi önermişti. Teklifi makul bulup kabul eden Allah Resûlü, gençlerle burada buluşuyor, onları İslam’a davet ediyor ve öncekilerle de burada ilgileniyordu. Cenâb-ı Hakk’ın muradını, surelerin muhtevasını, ayetlerin manasını anlatıp onlarla müzakere ediyor, yaşadıkları problemlere çözüm üretiyor, kendilerine insan zimmetleyip onların hayatın içerisinde de aktif hizmetler alıp pişmelerini sağlıyor, uhuvvet ruhunu pekiştiriyor, bilinçli ve senkronize hareket etme kabiliyetlerini geliştiriyordu. Onca baskı ve zulme rağmen genç Müslümanların Mekke’de şiddete bulaşmamasında, maruz kaldıkları zulmü, sabır, müsamaha ve metanetle göğüslemelerinde, kimseyle kavga etmeyip insanları affetmelerinde ve gittikleri yerlerde sergiledikleri olgun tavırda Dâru’l-Erkâm’da aldıkları eğitimin, ufkun ve şuurun büyük etkisi oluyordu.
Habeşistan hamlesi, gençleri korumak ve yetiştirmek için yapılmıştı
Risaletin dördüncü yılında açıktan ve toplu davetin başlamasıyla Mekkelilerin tepkisi boyut değiştirmişti. Alay ve küçümseme, yerini işkence, hapis ve öldürmeye bırakmıştı. Takip ve ihbarla tespit ettikleri genç Müslümanlara, her türlü zulmü reva görüyor ve onları, şirke geri döndürmeye çalışıyorlardı. Mekke’deki nefsanî, başıboş ve dünyevî hayata rağmen gençler, kendilerine helal – haram diye birtakım sınırlar çizen İslam’a giriyor ve Hz. Muhammed’e (aleyhissalâtu vesselâm) tabi oluyordu. Üstelik gördükleri dayanılmaz zulümler karşısında da sabrediyor; bir adım ötelerindeki şehveti değil gelecekteki cenneti tercih ediyorlardı. Çünkü Allah Resûlü, öncelikle onlara, kalplerini huzur ve itminan ile dolduracak iman dersleri veriyor; fani hayatlarını bir dava ile anlamlandırıp ruhlarına dava şuuru aşılıyor ve onları, yaşadıkları boşluk ve bunalımlardan kurtarıyordu. Sonra bizzat onlarla birlikte her türlü zulme sabredip örnek oluyor ve iradelerini biliyor, muamelelerindeki insanî güzelliklerle güven ekip sevgi biçiyordu. Yine aynı duygu ve düşünceyi paylaşanlardan bir arkadaş çevresi oluşturup onları birbirleriyle destekliyor, imanın yanında istişarelerle onları işin sahibi konuma yükseltiyor, verdiği görevlerle kendilerini hayatın içerisinde olgunlaştırıyor, her meselelerinde yanı başlarında hazır bulunarak iç dünyalarında ve dış alemde yalnızlık girdabına kapılmalarının önüne geçiyor, sürekli besleyerek kopukluk yaşamalarına izin vermiyordu.
Bütün bunlardan dolayı Mekkeliler, şiddetin her türlüsüne başvursalar da bu gençleri, şirke geri döndüremiyor, şiddete bulaştıramıyor, oyun ve eğlence dolu zeminlerine çekemiyorlardı. Bu da onları iyice çileden çıkartmış; Hz. Yâsir ile Hz. Sümeyye’nin canına kıymaya kadar götürmüştü. Bunun üzerine Efendimiz, çoğunluğunu gençlerin oluşturduğu ashâbına Habeşistan’a gitmelerini salıklamış; gruplar halinde yüzü aşkın sahabî, Habeşistan’a hicret etmişti. Onları geri getirmek için arkalarından giden Mekke elçisi Amr İbn-i Âs, Habeş Muhacirleri’ni Necaşî’den isterken şöyle diyordu: “Ey hükümdar! Bizden birtakım aklı ermez gençler senin ülkene gelip sığındılar…”6
Allah Resûlü’nün bu hicret hamlesinde de gençler adına birçok hedefler ve hikmetler gizliydi. Öncelikle gençleri Mekke’deki ağır baskıdan kurtarmış; dini yaşamaya geçit vermeyen müşrikler karşısında durmak yerine, alternatif yollar düşünmek gerektiğini göstermişti. Habeşistan’da İslam’ı hür bir ortamda yaşayıp tabiatlarının bir derinliği haline getirmelerine kapı aralamıştı. O güne kadarki baskı ve zulümleri, onları daha dirençli hale getirme adına değerlendirmişti. Şimdi ise yeni bir safhaya geçiyorlardı; inandıkları değerler ve dava uğruna, en sevdiklerini ve sahip olduklarını arkada bırakabilme ve yeni diyarlara göç edebilme. Çünkü onları ilerde hem daha büyük gaileler hem de daha zor süreçler bekliyordu. Üstelik tamamen kendilerine yabancı bir kültürün ve çevrenin içerisinde başlarında Allah Resûlü olmadan, o güne kadar aldıkları ruh ve şuurla başkalaşmadan yaşamayı, kendilerini ifade etmeyi, savunmayı, kendi aralarında birlik ve beraberlik oluşturmayı öğrenmeleri gerekiyordu.
Akabe’de Efendimiz’le Buluşanların Tamamına Yakını Gençlerdi
Mekke’nin ilkleri gibi Medine’nin de ilkleri de gençlerden oluşuyordu. Risaletin on birinci yılında Mina’da, Akabe’de Kendisine önce çadırlarını sonra gönüllerini açan altı Medineli -Es’ad İbn-i Zürâre, Avf İbn-i Hâris, Râfi’ İbn-i Mâlik, Kutbe İbn-i Âmir, Ukbe İbn-i Âmir ve Câbir İbn-i Abdullah- çok genç insanlardı. Mesela Hz. Cabir daha 14 yaşındaydı. Aynı şekilde I. Akabe Beyatı’na katılan 12 kişi ve II. Akabe Beyatı’na katılan ikisi kadın 75 kişi de çoğunluk itibarıyla gençlerden oluşuyordu. Efendimiz, Akabe’de onlarla buluşmadan önce amcası Hz. Abbas ile görüşmüştü. Hz. Abbas, “Ey kardeşimin oğlu! Sana gelenler kimdir bilmiyorum! Fakat ben Yesrib ehlini tanırım.” diyerek O’nun adına duyduğu endişeyi dile getirmiş ve işi sağlama almak için O’nunla birlikte beyatın gerçekleşeceği yere gelmişti. Ardından Akabe’de bekleyen Medinelileri süzmüş ve Efendimiz’e dönüp “Bunlar benim tanımadığım insanlar, bunların hepsi genç!”7 buyurmuştu.
Risaletin 11, 12 ve 13. yıllarında Akabe’de Efendimiz ile buluşan bu gençler hem İslam tarihinin hem de insanlık tarihinin seyrini değiştirecek bir gelişmeye öncülük yapmışlardı. Bütün İslam düşmanlarını karşılarına alma pahasına kendi aralarında toplanmış ve “Daha ne kadar Allah Resûlü’nü Mekke’nin dağları arasında sahipsiz, baskı ve zulüm içerisinde bırakacağız!?”8 demişlerdi. Ardından da kavimlerine rağmen inisiyatif kullanmış; Efendimiz’i Medine’ye davet etmiş ve bu davet, “hicreti” netice vermişti.
Allah Resûlü, Medine’ye geldiğinde şehirde 6000 civarında müşrik yaşıyordu. Kısa sürede yerel halkın büyük bir kısmı iman etmişti ki bunların da çoğunluğunu gençler oluşturuyordu. Hz. Âişe validemiz, bu hızlı değişimin altında yatan bir sebebinde Buâs savaşının neticeleri olduğunu söyler. Zira Evs ile Hazrec arasında gerçekleşen bu savaşta iki kabile de ağır kayıplar vermiş, iki kavmin ileri gelen müşrik önderleri ölmüş ve çokları da yaralanmıştı. İki kabile de perişan halde hem toparlanmaya çalışıyor hem de bir çıkış arıyordu. Bütün bunlara son verecek insana ve sisteme hazırdılar.9
Hz. Âişe (radıyallahu anhâ) haklıydı. Zira Buâs savaşından önce Evs kabilesinden on beş genç, başlarındaki Ebu’l-Hayser ile birlikte Mekke’ye gelmiş ve Hazrec’e karşı Utbe İbn-i Rebia’dan destek istemişlerdi. Utbe, Mekke-Medine arasındaki mesafeyi bahane edip bu talebi reddetmişti. Gelişmeyi haber alan Allah Resûlü, bu gençleri Zülmecaz’da bulmuş, “Size geliş amacınızdan daha hayırlı bir şey söyleyeyim mi?” buyurmuş ve onlara, peygamberlik vazifesinden ve Kur’ân’dan bahsetmişti. Aralarından en genci İyâs İbn-i Mu’âz, “Ey kavmim! Vallahi bu, kendisi için geldiğiniz gayeden daha hayırlıdır.” diyerek konuşmaya başlamıştı ki başlarındaki Ebu’l-Hayser, bir avuç toprak alarak İyâs’ın yüzüne serpmiş ve “Maksadımızdan bizi vazgeçiren şey de nedir? O zaman biz, kendi kavmine en büyük kötülükle dönen heyet oluruz. Düşmanlarımıza karşı Kureyş’ten bir müttefik aramak üzere çıkmışken, Hazrec’e ek olarak Kureyş’i de düşman yapıp öyle dönmüş oluruz!” diyerek bu gençlerin hidayetinin önüne geçmişti.10
Buâs, Evs ile Hazrec arasında 120 yıldır devam eden savaşların sonuncusuydu. Hicretten üç yıl önce gerçekleşmiş ve bu savaşta, Velid İbn-i Velid, Âs İbn-i Vâil, Ebû Cehil, Ebû Leheb, Ukba İbn-i Ebî Muayt, Utbe ve Şeybe İbn-i Rebia ve Nadir İbn-i Haris’in Mekke’de yaptığı kötülükleri Medine’de yapabilecek ne kadar ileri gelen müşrik varsa hepsi ölüp gitmişti. Bitmeyen kavgalardan, kan davalarından, savaşlardan ve tehditlerden bunalan ve sürekli yakınlarını kurban vermek zorunda kalan barışa ve huzura hasret Medineli gençler için Allah Resûlü, ahlakıyla, liderliğiyle, mesajıyla ve vaad ettikleriyle tam bir ışık ve ümit olmuştu. Zaten O’nu Medine’nin girişinde “Nur doğdu üzerimize Veda tepelerinden…”11 diyerek sevinçle karşılamışlardı.
O günlerde krallık tacı giymeye hazırlanan Abdullah İbn-i Übeyy bile bu ışığa yürüyen genç oğlu Hz. Abdullah’ı ve genç kız kardeşi Hz. Cemîle’yi durduramamıştı. Allah Resûlü’nün gençler üzerinde öyle bir etkisi vardı ki Yahudi kabileleri, Efendimiz’in, onların gençlerini eğittikleri Beytü’l-Midras’a uğramasından rahatsızlık duyuyorlardı. Gönüllerini kazanma ihtimalinin yüksekliğinden dolayı müşriklerle karşılaştığı cephelerde mümkün mertebe “gençlere” dokunmamalarını ashâbına tavsiye ediyordu.12
Sonuç
Peygamberlerin gönderildiği toplumların ve zamanın ortak özelliği, halkın ve idarecilerin hak yoldan sapmış, ahlaki olarak zayıflamış, oyun ve eğlenceye dalmış, adaletten uzaklaşmış ve ahireti tamamen unutmuş olmasıdır. Bu ortamda onlara ilk inananlar ve en büyük desteği verenler, genç kuşaklar olmuştur. Öyleyse zemin ve zamanın olumsuzluğu, gençleri kazanma ve hayra kanalize etme adına bir handikap değil aksine bir fırsattır. Yeter ki onların gönüllerini fethedecek, ruhlarını şahlandıracak, iradelerini bileyecek, hedef ve hayallerini besleyecek ve hayatlarını anlamlandıracak bir rehberlik ortaya konulabilsin; tıpkı Peygamberlerin yaptığı gibi.
Allah Resûlü’ne ikinci iman eden, 610 yılında 10 yaşındaki Hz. Ali (radıyallahu anh) olmuştu. Son vefat eden sahabî ise hicretin üçüncü yılında doğan Hz. Âmir İbn-i Vâsile (radıyallahu anh) olmuş; 710 yılında Mekke’de vefat etmişti. Allah Resûlü, yetiştirdiği genç nesille tam 100 yılı aydınlatmış; bu 100 yılın (610-710) içerisinde yaşayacak insanlara rehberlik yapacak, tam donanımlı bir nesli yetiştirip arkasında bırakmıştı. Onlar da İslam’ı omuzlamış, milletlere maya olmuş, hak ve hakikati bayraklaştırmış ve İslam’ı gelecek nesillere taşımışlardı.13