Bilmek, İbadeti Gerektirir
“İlim ameli çağırır. İcabet etmezse bırakıp gider.” der Hz. Ali. Evet ilim, yaşanmak için öğrenilir. Amel de Cenâb-ı Hakk’ın rızasını kazanıp kurtuluşa ulaşmak için yapılır. Allah dostları ilmin, amele hizmet ettiğini, ilmin gayesinin amel olduğunu söylerler.
Peygamber Efendimiz, “Kıyamet gününde hiçbir kulun ayakları şu dört şeyden sorulmadıkça kaymaz: Ömrünü ne işte tükettiğinden, ilmi ile ne amel işlediğinden, malını nerede kazandığından ve ne uğruna sarf ettiğinden, vücudunu nerede eskittiğinden.” buyurarak bu hakikati dile getirmişlerdir.
Bir Hak aşığı ne güzel söyler: “Amelsiz ilim, meyvesiz ağaç gibidir. Münafığın ilmi sözünde, mü’minin ilmi amelindedir.”
Bediüzzaman Hazretleri’nin ifadesiyle insandaki istidat ve kabiliyetler zekâyı, zekâ ilmi, ilim ise amel etmeyi manen emreder. Yani kabiliyetli olmak zeki olmayı gerektirir. Zeki olmak bilgi sahibi olmayı ve ilmi ilerletmeyi mümkün kılar. Bilen insan ise amel etmeye, bildiğini yaşamaya mecburdur.
Şanlı geçmişimiz ilmiyle amil nice ilim ve irfan sultanlarıyla doludur. Onlar gerek bütün dünyaya yaydıkları ilim ışıkları, gerekse kulluklarıyla bize örnek olmuşlardır.
Âlimlerin ve Allah Dostlarının İbadetleri Nasıldı?
Buradaki maksadımız elbette âlimlerin bütün ibadet hayatlarını anlatmak değildir. Onların Allah ile olan irtibatlarını anlatmak adına sadece ibadetlerden birkaç çeşidine dair (özellikle de namaz ibadetine dair) misallerle bir fikir vermek istiyoruz:
İmam-ı Azam Hazretleri Namaza Çok Düşkündü
Hanefî mezhebinin kurucusu İmam-ı Azam Ebû Hanife kanaatkâr, cömert, güvenilir, ibadete düşkün bir kişi idi. Gerek ticârî ve gerekse beşerî ilişkilerinde hep doğru davranmış ve herkesin takdirini kazanmıştı.
Kazancına haram ve şüpheli bir şey karışmaması için son derece hassasiyet gösterirdi. Ortağı Hafs b. Abdurrahman’ın defolu bir kumaşı yanlışlıkla normal fiyata sattığını öğrenince o parti maldan kazandığı bütün parayı dağıtmıştı.
Senelik kazancını hesap ettikten sonra bununla çevresindeki ilim adamlarının ve öğrencilerin ihtiyaçlarını karşılar ve onlara, “Bunu alın ve ihtiyacınız olan yere sarf edin. Bu iyiliğimden ötürü sadece Allah’a hamdedin. Zira size verdiğim bu mal benim değildir; sizin nasibiniz olarak Allah kereminden onu benim elimle size göndermiştir.” derdi. Verirken minnet etmez kendisinin sadece bir tablacı olduğunu hatırlatır ve hamd ve teşekkürleri Allah’a yönlendirirdi.
Ebû Hanife Hazretleri ibadetlerine ve özellikle namaza çok düşkün bir insandı. Pek çokları gibi o da çok namaz kılması ve uzun kıyamından ötürü sütun ve direğe benzetilirdi. Kâsım İbn Ma’n, onu bir gece kıyamda bulmuş, “Daha doğrusu, onların asıl buluşma zamanları, kıyamet saatidir. Kıyamet saatinin dehşeti ise tarif edilemeyecek kadar müthiş ve acıdır!” (Kamer, 54/16) âyetini gözyaşları içinde sabaha kadar tekrar ettiğine şahit olmuştur.
Mis’ar İbn Küdâm Ebû Hanife’nin bütün gününü -vakit namazlarını eda etmenin dışında- ilim müzakeresi ile geçirdiğini görmüş “Bunca yorgunluktan sonra gece ibadet etmek için ne zaman vakit buluyor ki!” diye içinden geçirmişti. Yatsı namazı kılınmış ve herkes istirahata çekilmişti ki İmam-ı Azam mescide çıktı. Bir sütunu andırırcasına dimdik bir şekilde kıyama durdu ve bütün geceyi ibadetle geçirdi. İnsanların uyanıp yavaş yavaş hareketlendiği saatlerde Ebû Hanife evine girdi. Abdestini tazelemiş, saçını ve sakalını taramış bir şekilde sabah namazını kılmak için tekrar mescide çıktı. Namazdan sonra dün olduğu gibi ilim müzakeresi için oturdu ve o günü de öyle geçirdi.
Bütün bunları gören Mis’ar, “Herhâlde bu program İmam’ın bugünlerde âdet edindiği bir şey” diye düşündü fakat çok geçmeden İmam’ın her zaman vaktini bu şekilde değerlendirdiğini fark etti.
Hammad b. Seleme, Her An Vefat Edecekmiş Şuuruyla Yaşıyordu
İlim dünyamızın yetiştirdiği başyüce kametlerden birisi de hiç şüphesiz Hammâd İbn Seleme’dir. Abdurrahmân İbn Mehdî kendisi için “Eğer Hammâd’a “Yarın vefat edeceksin” deseniz şimdiye kadar yapmış olduğu amellerine ziyade olarak bir şey katamaz.” demişti. Yani vaktini o kadar iyi değerlendirip öylesine bir kulluk ortaya koyuyordu ki yarın vefat edecek olsa artı olarak koyacağı bir şey yoktu. Zira o güne kadar yaptıkları zaten ertesi gün vefat edecek şuuruyla hareket eden bir insanın yaptıklarından başka bir şey değildi.
Musa İbn İsmail, “Eğer size Hammâd’ı gülerken hiç görmedim desem mübalağa yapmış sayılmam. Çünkü vaktini ya hadis rivayet ederek, ya Kur’ân okuyarak ya tesbih çekerek ya da namaz kılarak geçirirdi. Gününü bunlara taksim etmişti.” diyerek onun zamanı çok iyi değerlendirdiğini ifade etmiştir.
Hz. Ali’nin torunu olan bu zât ibadetlerinin güzelliği ve çokluğu dolayısıyla “Zeynülâbidîn” yani “âbidlerin süsü ve medar-ı iftiharı” lakabını almıştı. İki dizi develerin dizleri gibi nasır tutmuştu. Vefat edeceği esnada ağlıyordu. Oğlu “Seni ağlatan şey nedir babacığım? Sen hayatını dolu dolu yaşayıp onu ubudiyetinle süsledin. Neden endişe ediyorsun?” diye sorunca kendisi “Yavrum! Kıyamet gününde ne bir melek-i mukarreb ne de bir nebiyy-i mürsel olacak. Cenâb-ı Hakla mülaki olacağız. O gün dilerse affedecek dilerse azap edecek.” demiş ve âkıbetinden endişe ettiğini ifade etmişti.
Kabe’nin içi sayılan Hicr alanında Altınoluk’un altında gözyaşları içinde namaz kılan bir şahıs Tâvus İbn Keysân’ın dikkatini çekmişti. Namazını bitirince yanına yaklaştı ve o kişinin Zeynülâbidin olduğunu fark etti. Onun kendini hırpalarcasına bu şekilde ibadet edişi rikkatine dokunmuştu.
Kendisine şöyle hitap etti: “Üç şeyden dolayı senin ahirette emin olacağını umuyorum. Birincisi; sen Resûlullah’ın torunusun. İkincisi; deden Resûlullah sana şefaat edecektir. Üçüncüsü; Allah’ın rahmeti (Böyle sağlam teminatların varken neden kendini perişan edercesine ibadet ediyorsun?)”
Büyük imam bu suale şu şekilde cevap verdi: “Ey Tâvûs! Resûlullah’ın torunu olmam beni Allah’ın azabından güvende kılmıyor. Zira Cenâb-ı Hak şöyle buyurur: Sûra üflendiği zaman, o gün artık ne aralarındaki akraba tutkunluğu bir fayda verir, ne de kişi bir başkasının hâlini sormayı hatırından geçirir.
Dedem Resûlullah’ın şefaatine gelince ona güvenmeme şu âyet mâni oluyor: “…Onlar, sadece O’nun razı olduğu kimse hakkında şefaat ederler…” (Enbiyâ, 21/28) Allah’ın rahmetine gelince şu âyetten dolayı kendimden çok emin değilim: “…Muhakkak ki Allah’ın rahmeti iyi kimselere yakındır.” Zira ben bu âyette muhsin olarak nitelendirilen kimselerden olup olmadığımdan emin değilim.”
Fudayl İbn İyâz, Sabahlara Kadar İbadetle Meşguldü
Fudayl İbn İyâz hayatını namaza adamış, namaza tutkun bir veli olarak yaşamıştı. İnsanlar onu mahzun, mütefekkir ve her işinde rıza-yı ilâhiyi esas yapan bir insan olarak tarif ederlerdi. “Kulağının üzerine yatıp da gecenin karanlık vakitlerini uykuda geçirmekten hayâ eden insanlara yetiştim.” diyen Fudayl, yatakta yanı üzerine yatarken birden kalkar ve kendi kendine “Yatmak sana yakışmaz! Kalk da ahiretten nasiplen!” derdi.
Mescidin köşesine bir hasır atar gecenin ilk vakitlerinde namaza dururdu. Uykusu gelince uzanır, hafifçe istirahat ederdi. Uyandıktan sonra abdestini tazeleyip namazına devam ederdi. Bu şekilde sabaha kadar ibadetle meşgul olurdu.
Süfyân es-Sevrî, İlim ve İbadet Aşığıydı
Kendisinden nasihat isteyen bir kimseye “Dünyada ne kadar kalacaksan o kadar çalış. Âhirette ne kadar kalacaksan o kadar amelde bulun.” Diyen Süfyan es-Sevrî bir kağıt parçasına “Azîz ve Celîl Allah’ın huzurunda muhasebe edileceğini unutma” diye yazmıştı ve her gün onu çıkarıp okurdu.
Bir gece İbn Mehdî’ye misafir olmuştu. Ağlamaya başladı. “Neden?” diye sorulunca, “İmansız gitmekten korkuyorum.” diyecek kadar hassas bir insandı. Bir başka zaman döktüğü gözyaşlarının sebebini “Ümmü’l-Kitap’ta yani Allah’ın takdirinde şaki (ebedi hüsrana uğrayan, ahirette kaybeden) kimse olarak yazılmaktan çok korkuyorum” diye açıklamıştı.
Kendisi bir ilim ve ibadet âşığı idi. Değerli vakitlerini ya hadis mütalaa ve müzakeresine ya da namaza tahsis ederdi. Hadisle iştigal etmediği zamanlar öğle ile ikindi ve akşam ile yatsı arasını namazla geçirir bir yerde hadis mütalaası yapıldığını duysa koşar giderdi. Geceleri ibadetle geçirir uykusu gelince yüzüne su serperek uykusunu açmaya çalışırdı. Gençleri de uyandırır ve onlara şöyle derdi: “Gençler kalkın! Gençlik gibi bir nimete sahip olduğunuz müddetçe gecelerinizi namazla ihya ediniz.”
O bu hatırlatmayla gençlere şunu demek istiyordu: Yarın yaşlandığınızda isteseniz de ibadet için kalkamayacak ve arzu ettiğiniz kadar ibadet etmeye muktedir olamayacaksınız. Öyle ise gençliğin kıymetini bilin ve bu aktif zaman dilimini Allah yolunda kullanın.
Namaz kılarken ağlayarak ve haşyet içinde kılar özellikle secdenin hakkını verirdi. En faziletli zikir olarak namazda okunan Kur’ân’ı görürdü.
Bir defasında akşam namazını kıldırmak için öne geçmiş ve tekbir alarak Fatiha’yı okumaya başlamıştı. “İyyâke na’budu ve iyyâke nesteîn/Yalnız Sana ibadet eder ve yalnız Senden medet bekleriz.” âyetini okuyunca gözyaşlarını tutamamıştı. Bir süre bekledi. Sonra sûrenin başından tekrar alarak Fatiha’yı bitirebildi.
Abdurrahman İbn Mehdî, “Çok ağladığından ötürü Süfyân’ın Kur’ân okuyuşunu duyamazdım.” diyordu.