Dağınık Hayatlar ve Mesai Tanzimi
M.F.Gülen
Müslümanların en çok geri kaldıkları hususların başında, zaman ve mesai tanzimi gelmektedir. Aslında mü’minler, gayretli ve fedakâr olmalıdırlar ama her nedense hayatlarını tanzim etmeye bir türlü yanaşmamakta ve dağınık yaşamaktadırlar.
Ayrıca mesailerini tanzim edememenin yanında, onca fedakârlıklarına rağmen bir türlü hizmet düşüncelerini hayatlarının gayesi şeklinde sistemleştirememekteler. Müslüman, hizmet düşüncesini sadece yirmi dört saatlik bir günün içine değil, belki günün bütün parçaları içine sokmaya alışmalı, gayeli, hedefli ve planlı yaşamalıdır.
Bu küçük girişten sonra, konuyla alâkalı arz edeceğim daha başka hususlar da var. Birincisi, ferdin hayatına İslâm’a hizmet düşünce ve anlayışının girmesi, biraz da o ferdin gönülden inanmasına ve bu işin sancısını yaşamasına bağlıdır. İşte böyle bir kişi, zaman tanzimini de bu işin sancılısı olduğu nispette düşünecek, hizmetini sabah ile öğle, öğleyle ikindi, ikindi ile akşam, akşam ile yatsı zaman dilimlerine bağlayacak ve “Eğer hizmet adına günün şu parçaları içinde çalışmam olmazsa hayatımda bütün bu zaman parçaları ölü geçmiş demektir.” diyecektir.
Zamana değer kazandıran davranışlar
Zamana değer, hayatiyet ve canlılık kazandıran şey, o zaman zarfı içinde yapılan işlerdir; yani onun mazrufudur. Biz, “Asr-ı Saadet” diyerek belli bir devreyi ve belli bir çağı alkışlarken, haddizatında herhangi bir zamanı değil, o zaman içinde yaşayan ve yaşananları dikkate alarak “Asr-ı Saadet” diyoruz. Zaman ancak içinde cereyan eden şeyler itibarıyla renklenir ve bir gökkuşağı hâlini alır. Bu şekilde dolu dolu yaşanan zamanın ân-ı seyyâlesi, başkalarının yüzlerce senesine bedeldir. Binaenaleyh zamana hakikî vücut ve kıymet kazandırma, onu değerlendirme, insanların o zaman içinde yapacakları işlerle doğru orantılıdır.
İkinci olarak, bizim yirmi dört saatlik bir sermayemiz var. Bu yirmi dört saati, bizim son günümüz olabilir felsefe ve düşüncesi ile ele alıp, onu namaza göre programlayıp her parçası içine bir şeyler aktarmaya çalışırsak, o gerçek değerine ulaşır. “Öğle öncesi zamanımız.”, “Öğle sonrası zamanımız.”, “İkindi sonrası, akşam sonrası zamanımız.” der ve namazla bölünen, namazla nuraniyet ve kıymet kazanan bu zaman parçaları arasında biz hizmet-i imaniye ve Kur’âniye adına yeni yeni hamleler planlarız. İşte o zaman bütün hayatımız nurlu ve tam ebediyete lâyık istikamette cereyan etmeye başlar.
Şayet bir insan, zamanını bu şekilde değerlendirebilirse, bir taraftan hakikaten zamanın kadrini, kıymetini bildiğini göstermiş olacak, diğer taraftan da bir günümüzün içinde hizmet düşüncesi kendisini gösterdiği gibi haftamızın içinde de kendini gösterecektir. Ardından nurlu bir ay ve bu şekilde aydın aylardan müteşekkil nurlu bir sene meydana gelmiş olacaktır.
Biz, toplum olarak bu tür düşüncelerden mahrumuz. Ancak “Hiçbir küll yoktur ki ondan bir kısım cüz’ler istisna edilmiş olmasın.” kaidesince yine de gayretiyle Müslümanların yüzünü ak eden birçok insanın bulunduğu da bir gerçek. Ayrıca bu güzide topluluğun içinde de zamanını çok iyi tertip ve tanzim ederek değerlendiren insanları görmek her zaman mümkündür.
Israrla oluşan ikinci fıtrat
Ama keşke insanımız toptan zamanı tanzim edip değerlendirmesini bilseydi! Ne var ki, bunun yapılabilmesi öncelikle hizmet felsefemize tam inanmışlığa bağlıdır. Zira bağlılık olmayınca zorlamalarla bir şey yapmak ve yaptırmak mümkün olmaz. Cenâb-ı Hak karşısındaki kulluğun tekrar ve terdadıyla (devamlı Allah’a müracaatla) iman insanda ikinci bir fıtrata dönüşmektedir. Konumuzda da durum aynıdır.
Zaman tanzimi vicdanlarımızda ikinci bir fıtrat hâline gelince, biz de onun üzerine eğilecek ve onun her parçasına kendi ruh dünyamızı işlemeye çalışacak, ruhsuz bir anın geçmesine fırsat vermeyeceğiz. Aslında Cenâb-ı Hakk’ın, namaz vakitleri gibi kıymetli anları yirmi dört saatin içine koyması, O’nun zamana nur saçması ve onu yaşadığımızı bize hissettirmesi açısından çok önemlidir. Allah, hafta nursuz kalmasın diye onu, içinde eşref-i saat bulunan cuma ile nurlandırmıştır. İnsan o en mukaddes ve en şerefli saatte ellerini kaldırıp kemerbeste-i ubûdiyet içinde Allah’a teveccüh edebilse hayatı adına ne sürprizlere şahit olacaktır.
Cenâb-ı Hak, ayı dört cuma, aynı şekilde seneyi de Ramazan-ı şerif ayı ile nurlandırmıştır. O’nun zaman içinde serpiştirdiği böyle nur kaynakları vardır ve bunlar gün, hafta ve ay içinde olduğu gibi sene içinde ve insan ömründe de vardır. Bununla Allah bize zamanın değerlendirilmesi dersini vermiştir. Dünden bugüne aklı başında kimseler küçük zaman parçalarını değerlendirmek suretiyle bütün hayatlarını nurlu yaşamaya muvaffak olmuşlardır.
Bizlere gelince bu konuda oldukça tali’li sayılırız. Zira bu mevzuda bize çok ışık tutulmuş ve çok şeyler öğretilmiştir. Gün namaz vakitleriyle bölünerek ve ezanla vaktin geldiği ve geçmekte olduğu hatırlatılarak, zamanın kadrini bilme yolu gösterilmiş, bütün karanlıklar bertaraf edilerek aydın bir yola, nebilerin geçtiği bir şehraha hidayet edilmişizdir. İfrat ve mübalâğa yapmaktan Rabb’ime sığınırım, fakat rahatlıkla şunu söylemeliyim ki, böyle bir zamanda din-i mübin-i İslâm’a sahip çıkan insanların durumu, geçmiş devirlerdeki velilerin durumuyla müsavi sayılabilir.
Evet, Cenâb-ı Hakk’ın üzerimizde bu kadar lütfunun bulunduğu söz konusudur ve Rabb’imizin bu kadar lütfu başımızın üzerinde bir bulut gibi dolaşmaktadır. Ama el uzatıp onu almak veya onun altına girip gölgesi altında yürümek, irade denilen muammayı kullanmak suretiyle bir manada bize bırakılmıştır.
Rabb’im, irademizi kullanarak zamanı tanzim etmeye ve onun her anını dolu dolu değerlendirmeye bizleri muvaffak etsin!
- Aslında mü’minler, gayretli ve fedakâr olmalıdırlar ama her nedense hayatlarını tanzim edip, zamanı iyi kullanmaya bir türlü yanaşmamakta ve dağınık yaşamaktalar.
- Zaman tanzimi, işleye işleye vicdanlarımızda ikinci bir fıtrat hâline gelmeli. Böylece biz de onun üzerine eğilelim ve ruhsuz-karanlık bir anımızın bile geçmesine fırsat vermeyelim.
- Cenâb-ı Hak, her ayı dört cuma, aynı şekilde her seneyi de Ramazan-ı şerif ayı ile nurlandırmıştır. Bununla Allah bize zamanın değerlendirilmesi dersini vermiştir.
Dilin iffeti
Bir yalan insanı haline gelmeden, temrinat yapa yapa doğru söylemeye kendinizi şartlandırmalı ve asla hilaf-ı vaki beyanda bulunmamalısınız.
Özellikle de, bir insanın sözünü ya da bir meseleyi naklederken her hususu kelimesi kelimesine aktarmaya ve yarım kelime de olsa farklı bir söz katmamaya çok dikkat etmelisiniz. Çünkü yalanın iki tarifi vardır: Birincisi, konuşan şahsın gerçek düşüncesini saklayıp kanaatinin aksini söylemesidir. İkincisi ise, vâkıa mutabık olmayan bir beyanda bulunmaktır; tabir-i diğerle, Allah nezdindeki hakikate ve Cenab-ı Hakk’ın gördüğü, duyduğu, bildiği bir meseleye aykırı bir söz söylemektir. Öyleyse, söylediğiniz her cümlenin gerçekten gönlünüzün sesi olup olmadığına özen göstermeli ve mutlaka kesin bildiğiniz şeyleri tam doğru olduğuna inandığınız şekilde söylemeli; bunu yaparken de “İşin hakikatini Allah bilir” düşüncesini zihninizden ırak etmemelisiniz. Günlük konuşmalarınızdaki sıradan gördüğünüz cümlelerinizde bile böyle bir doğruluk aramalı ve yalanın öldürücü bir virüs olarak kalbinize musallat olmasına meydan vermemelisiniz.
Doğruluk konusundaki hassasiyetiyle güzel bir örnek olan Abdullah b. Mes’ud hazretleri hadis rivayet ederken tir tir titrermiş. Peygamber Efendimiz’in (sallallahu aleyhi ve sellem) mübarek beyanlarını naklederken o kadar titiz davranırmış ki, heyecandan adeta bütün vücudu ürperir ve alnından boncuk boncuk terler akarmış. Mesela, herkes tarafından bilinen “Bir günahtan tevbe eden, onu hiç işlememiş gibidir.” mealindeki hadis-i şerifi söylerken bile birkaç defa ileri gider, geri gelir, ellerini ovuşturur; “Lâ havle velâ kuvvete illâ billah..” der, o sözü eksiksiz ve ziyadesiz aktarabilmek için âdetâ göbeğini çatlatır ve sonunda da yine “Allahu a’lem” (Allah en doğrusunu bilir) kaydını düşermiş. Talebelerinden biri der ki, “Bir sene boyunca İbn-i Mesud hazretlerinin yanında kaldığım halde, onun bir kere bile (kesin bir ifadeyle) “Resûlullah buyurdu ki” dediğini duymadım.”
İşte böyle bir hassasiyete de isterseniz “dil iffeti” diyebilirsiniz. Adına ne derseniz deyin, söylediğiniz sözlerin vâkıa mutabık olması ve Allah ilmindeki hakikate, yani, o meselenin mahiyet-i nefsi’l-emriyesine denk düşmesi de iffetin bir parçasıdır. İnsan, iffet ve hayâ perdesini yırtmamak için doğrulukta alıştırma yapa yapa hilaf-ı vâkî beyanlara da bütün bütün kapanmalı ve yalanın gölgesine bile yaklaşmamalıdır.