Çekingenlik ve utanma da demek olan hayâ; başka şekilde de, Allah korkusu, Allah mehâfeti ve Allah mehâbetiyle O’nun istemediği şeylerden çekinmek ma’nâsına gelir. Böyle bir hissin, insan tabiatında bulunan hayâ duygusuna dayanması, şahsı, edep ve saygı mevzuunda daha temkinli, daha tutarlı kılar. Temelde böyle bir hissi bulunmayan veya yetiştiği çevre itibariyle onu yitiren şahıslarda hayâ duygusunu geliştirmek zor olsa gerek.
Evet, yukarıdaki işaretlerden de anlaşıldığı gibi hayâyı ikiye ayırmak mümkündür:
1- Fıtrî hayâ ki, buna hayâ-i nefsî de diyebiliriz; insanı pek çok ar ve ayıp sayılan şeyleri işlemekten alıkor.
2- Îmândan gelen hayâdır ve İslâm dîninin önemli bir derinliğini teşkil eder.
Fıtrî hayâ, İslâm dîninin rûhundaki hayâ ile beslenip gelişince ar ve ayıplara karşı en büyük mânia teşekkül etmiş sayılır. Tek başına kaldığı zaman, bazı ahvâl ve şerâit altında sarsılır, yırtılır, hatta bazan bütün bütün yıkılabilir..
Evet, insan tabiatında bulunan bu sıkılma ve çekinme hissi, “ Allah’ın kendisini gördüğünü bilmez mi?”(Alak, 96/14) gibi âyetlerle anlatılan îmân şuuruyla.. “ – Şüphesiz Allah, sizin üzerinizde her şeyi görüp gözetendir”(Nisâ, 4/1) misillü beyanlarla ifâde edilen ihsan anlayışıyla beslenmezse uzun ömürlü olamaz. Olamaz, zira hayânın hem var olup gelişmesi hem de devam ve temâdisi îmâna bağlıdır. Bu münâsebeti Hz. Seyyidü’l-Enâm (sav), ashâbından birinin diğerine, hayâyla alâkalı nasihatlarını duyunca: “ – Bırak onu, hayâ îmândan gelir.. ” Diğer bir ifâdelerinde: “ – Îmân yetmiş şu kadar şûbeden ibârettir, hayâ da îmândan bir şûbedir” buyururlar.
Bu itibarla diyebiliriz ki; fıtrî hayâ, tıpkı insan tabiatında saklı bulunan diğer iyilik nüveleri gibi, insanı insan yapan ma’rifet dinamikleriyle beslendiği ve takviye edildiği ölçüde gelişir, kalbî ve rûhî hayâtın bir buudu hâline gelir ve nefsin pek çok bâlâpervâzâne isteklerine sed çeker ve engeller. Aksine bu duygu îmân ve ma’rifetle geliştirilemez, ihsan şuuruyla takviye edilemez; takviye edilmek şöyle dursun nefsânîlik gayyâlarında açılıp-saçılarak köreltilecek olursa, fert ve toplum plânında insanı insanlığından utandıran yırtıklıklar ve sürtüklükler kaçınılmaz olur. İnsanlığın İftihar Tablosu, hayâ âbidesi aleyhi ekmelüttehâyâ Efendimiz, bu hususa temas eder ve “ – Hayâsız olduktan sonra istediğini yap!” der.
Hayâ ve hayat birbirine bakan kelimelerdir ve bu yakınlıktan, kalbin ancak, îmân ve ma’rifet sağnaklarıyla beslendiğinde hayattar kalabileceği esprisini çıkarmak mümkündür. Evet hayat kendi dinamikleriyle, hayâ da kendi dinamikleriyle var olur ve yaşar..yoksa her ikisi için de inkıraz kaçınılmazdır. Cenâb-ı Hakk’ın gizli-açık herşeye nigehbân olmasına göre hayatını tanzim edip onun kendisine olan muâmelesini esas alarak yaşamasıdır ki, bir İlâhî eserde bu husus hatırlatılarak şöyle buyurulmaktadır: “ İnsanoğlu! Sen Benden hayâ ettiğin sürece insanlara ayıplarını unuttururum.” Bu arada Cenâb-ı Rabbi’l-İzzet’in, Hz. Îsâ’ya: “ -Yâ Îsa evvelâ nefsine nasihatte bulun, o bu nasihati kabul ederse halka va’zet; yoksa benden utan!” şeklindeki sözünü de kaydedebiliriz.
Hayâda ilk mertebe, insanın kendisine, Hakk’ın nazarıyla bakmasıyla başlar. Bir insanın, O’nun ölçüleri ve O’nun murâkabesi açısından kendini yakın takibe alması onda temkin derinlikli bir hayâ hâsıl eder ki, böyle bir insan duygu ve düşünceleriyle hep diri sayılır.
İkinci mertebe; kurbet ve maiyyet şuuruyla mebsûten mütenâsiptir ve: “ – Nerde olursanız O sizinle berâberdir”(Hadîd, 57/4) ufkunda seyahat edenlere müyesserdir ki, bu hususla alâkalı Efendiler Efendisi’nin şöyle buyurduğunu naklederler: “ – Allah’a karşı olabildiğince hayâlı davranın! Allah’a karşı gerektiği ölçüde hayâlı olan, kafasını ve kafasının içindekilerini, midesini ve midesindekilerini kontrol altına alsın! Ölüm ve çürümeyi de hatırından dûr etmesin! Âhireti dileyen dünyanın sûrî güzelliklerini bırakır. işte kim böyle davranırsa, o Allah’tan hakkıyla hayâ etmiş sayılır.”
Üçüncü mertebe; “ – En son durak Rabbindir”(Necm, 53/42) hedefine ulaşma yolunda, rûhî ve kalbî hayâtın şühûd enginliklerinin sezilmesiyle gerçekleşir ve seyr-i rûhânînin kanatları altında sonsuza kadar sürer gider. Bir insanın gerçek insanlıktan nasîbi, hayâdan hissesi ölçüsündedir.
Eğer Hakk yolcusu, menfî-müsbet bütün teşebbüslerinde başını sonsuza çevirip davranışlarını ötelere göre ayarlayamıyor, mahviyet içinde iki büklüm olup edeple yaşayamıyorsa, onun mevcûdiyeti bir bakıma kendisi için ar, başkaları için de bârdır. Bu mülâhazaya binâendir ki: “ -Hayır hayır Allah’a yemin ederim ki, hayâ sıyrılıp gittiği zaman, ne hayatta ne de dünyada hayır kalır” demişler. Hayâ, İlâhî bir ahlâk ve bir Allah sırrıdır. Eğer insanlar onun nereye taalluk ettiğini bilselerdi daha temkinli olur ve daha titiz davranırlardı.
Bu hususu tenvir edecek şöyle bir vak’a naklederler:
Cenâb-ı Hakk mahşerde hesâba çektiği bir ihtiyara: “-Niçin şu günahları işledin?” diye sorar. O da inkâra saparak günah işlemediğini söyler. Bunun üzerine Hz. Erhamürrâhimîn: -“Öyle ise onu cennete götürün” buyurur.Bu defâ da melekler araya girerek: -“Yâ Rab, bu insanın şu günahları işlediğini siz biliyorsunuz” derler. Allah da onlara: -“Evet öyledir ama ümmet-i Muhammed’den biri olarak ağaran saçına-sakalına baktım; ayıbını yüzüne vurmaya hayâ ettim” fermân eder. Kenz’in rivâyetine göre; Cibrîl bu haberi Efendimiz’e iletince, o şefkat ve hayâ insanının gözleri dolar, ağlar ve şöyle buyurur: “Cenâb-ı Hakk ümmetimin ak sakallılarına azap etmekten hayâ ediyor da ümmetimin ak sakallıları günah işlemekten utanmıyorlar.”
Hadis….
* İbnu Mes’ud (ra) anlatıyor: “Resûlullah (sav): “Allah’tan hakkııyla hayâ edin!” buyurdular. Biz: “Ey Allah’ın Resûlü, elhamdülillah, biz Allah’tan hayâ ediyoruz” dedik. Arıcak O, şu açıklamayı yaptı.: “Söylemek istediğim bu (sizin anladığınız haya) değil. Allah’tan hakkıyla haya etmek, başı ve onun taşıdıklarını, batnı ve onun ihtivâ ettiklerini muhafaza etmen, ölümü ve toprakta çürümeyi hatırlamandır. Kim ahireti dilerse dünya hayatının zinetini terketmeli, âhireti bu hayata tercih etmelidir. Kim bu söylenenleri yerine getirirse, Allah’tan hakkıyla haya etmiş olur. “
* Zeyd İbnu Talha İbnu Rükâne (ra) anlatıyor: “Resûlullah (as) buyurdular ki: “Her bir dinin kendine has bir ahlâkı vardır. İslâm’ın ahlâkı hayadır.”
* Hz. Enes (radıyallâhu anh) anlatıyor: “Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki: “Edebsizlik ve çirkin söz girdiği şeyi çirkinleştirir. Hayâ ise girdiğn şeyi güzelleştirir.”
* Hz. Enes ve İbnu Abbâs radıyallahu anh anlatıyor: “Resûlullah sav buyurdular ki: “Her dinin (kendine has temel) bir huyu vardır. İslâm’ın bu huyu, hayadır.”
* Ebu Bekre ra anlatıyor: “Resülullah sav buyurdular ki: “Haya imandandır. İman (sahibi) ise cennettedir. Hayasızlık (ve bundan kaynaklanan kabalıklar, çirkin ve kırıcı sözler) cefa (eziyet, zulüm, haksızlık)dan bir parçadır. Cefa (eden de) cehennemdedir.”
* Ebû Hüreyre radiya’llâhu anh’den: Şöyle demiştir: Nebiyy-i Muhterem sav buyurdu ki: Îmân altmış bu kadar şu’bedir. Hayâ da îmânın bir şu’besidir. * (Abdu’llâh) b. Ömer radiya’llâhu anhümâ’dan: Resûlu’llâh salla’llâhu aleyhi ve sellem (bir gün) Ensâr’dan bir kimsenin yanından geçiyordu. Ensârî, kardeşini hayâdan menediyordu. Resûlu’llâh salla’llâhu aleyhi ve sellem: “Ona ilişme. Hayâ îmândandır.” buyurdu. * Yine Ebû Hüreyre ra: Nebiyy-i Ekrem sav Buyurdu ki: Benî İsrâîl çıplak ve biribirine baka baka yıkanırlardı. Mûsâ (as) ise (kemâl-i hayâsından) yalnızca yıkanırdı. Benî İsrâîl: “Vallâhi Mûsâ’yı bizimle berâber yıkanmaktan men’ eden şey (mutlakâ) debbe, yâni kasığı çıkık olmasıdır.” (Mûsâ salla’llâhu aleyhi ve sellem) bir def’a yıkanmağa gitti. Elbisesini de bir taşın üstüne koydu. Taş, elbisesini alıp kaçtı. Mûsâ (as): “Aman taş, rubamı! Aman taş, rubamı!” diyerek (ve alabildiğine koşarak) arkasına düştü. Benî İsrâîl onu (bu halde) görüp de: “Vallâhi Mûsâ’da bir kusur yokmuş.” deyinceye kadar (ardınca gitti). (Ondan sonra Musâ (as) elbisesini alıp taşı döğmeye başladı.
Konuya ilişkin Kahoot’a buradan ulaşabilirsiniz ;