Peygamber Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) üzerindeki mesuliyetin ağırlığını o derece idrak ediyordu ki Hûd Sûresi nazil olunca mübarek sakalındaki beyazlar kısa zamanda fazlalaşmaya başlamıştı. Kendilerine sordular:
“Ya Resûlallah, mübarek sakalınız son günlerde fazlaca beyazlaşmaya başladı?”
Efendimiz cevap verdi:
“Hûd suresi beni ihtiyarlattı!” Tekrar sordular:
“Hangi âyeti?” Şu cevabı verdi:
“Festakim kemâ ümirte (Hûd, 11/112) ‘Ne fazla, ne eksik, tam emrolduğun gibi dosdoğru ol!’”
En büyük mesuliyet insanı Peygamber Efendimiz, tebliğinin her aşamasında muhataplarında sorumluluk duygusuna vurgu yapmıştır. Zira sorumluluk duygusuna sahip kimseler, şuurlu ve dikkatli hareket ederler.
Efendimiz, bazen bütün Müslümanları içine alacak şekilde, bazen de az veya çok belli bir topluluğu ihtiva edecek tarzda insanların sorumlu olduğunu belirtmiştir. Bazen de tek bir kişiye sorumluluğunu hatırlatmıştır. Şimdi konumuzla ilgili bazı misaller vermek istiyoruz.
Peygamberimiz toplumun her seviyesindeki fertlerin sorumluluğu olduğunu belirtmiş ve hiç kimseyi muaf tutmamıştır:
“Her biriniz çobansınız ve hepiniz elinizin altındakinden sorumlusunuz: Devlet reisi bir çobandır ve elinin altındakinden sorumludur. Her fert ailesinin çobanıdır ve onlardan sorumludur. Kadın kocasının evinin çobanı ve onların gözetiminden sorumludur. Hizmetçi efendisinin malının çobanı ve elinin altındakilerden sorumludur. Her biriniz çoban ve her biriniz râiyetinden sorumludur.”
İrşad ve tebliğ bakımından da her Müslüman sorumlu tutulmuştur. “Kim bir fenalık görürse, onu eliyle düzeltsin. Buna güç yetiremezse diliyle düzeltsin. Buna da güç yetiremezse hiç olmazsa kalbiyle buğz etsin” hadisi bu sorumluluğu belirtmektedir.
İlim öğrenme ve öğretmeye büyük önem veren Efendimiz, bu konudaki fiilî tedbirlerinden önce mesuliyet tedbirleri üzerinde durmuştur. Bu konudaki mesuliyet uyarıları, tatbikat safhasında da devam etmiştir. Dolayısıyla bu süreci bir yerde başlatıp, bir yerde bitirmek sözkonusu değildir. Zira o dönemdeki toplum da sabit bir yapıda olmayıp sürekli yenilenen, değişen ve gelişen bir mahiyete sahiptir. Toplumun fertleri sabit olmayıp, sürekli artmıştır. Bu da, zaruri bilgilerin, topluma yeni katılanlar için tekrar edilmesini gerektirir.
Peygamber Efendimiz’in, değişik yönlerden sorumluluğa işaret eden çok sayıda sözleri vardır. Bilindiği gibi bir hareket, sorumluluk duygusuyla disipline edilirse hedefli ve faydalı olur. Aksi halde, sorumlulukla disipline edilemeyen hareketlerden anarşi ve kaos doğar. Resûl-i Ekrem Efendimiz de etrafındaki fertleri sorumluluk duygusuyla olgunlaştırmış ve onları toplumun faydalı bir unsuru hâline getirmiştir.
Sahabe’nin bütün hareket ve yaşayışlarında Peygamberimiz tarafından talim ve telkin edilen sorumluluk duygusunun izlerini görmek mümkündür.
Efendimiz ashabına hak ve hakikati anlatma noktasında mesuliyetler yüklüyordu. O sahabe efendilerimizden birisi Hz. Mus’ab b. Umeyr’dir (radıyallâhu anh). Mekkeli zengin bir ailenin çocuğu olan Hz. Mus’ab, nazik, medeni ve çok yakışıklı bir gençti. Ailesinin bütün imkânlarını terk ederek Müslüman oldu.
Birinci Akabe Biatı’ndan sonra, Medineli Müslümanlarla birlikte Peygamberimiz, Kur’ân okutması ve İslâm’ı öğretmesi için Hz. Mus’ab b. Ümeyr’i gönderdi. Hz. Mus’ab, Medine’de Hz. Es’ad b. Zürâre’nin evinde misafir kalıyordu.
Bütün gayretini İslâm’ı anlatmaya sarf eden mesuliyet insanı Hz. Mus’ab, Es’ad b. Zürâre’nin rehberliğinde Medine’nin ileri gelenleriyle görüşüyor ve İslâm’ı anlatıyordu.
Medine’de pek çok kimse Müslüman olmuştu. Ama geniş anlamda bir açılım olması için Medine’nin önde gelenlerinden bazı kimselerin İslâm’ı kabul etmesi gerekiyordu.
Evs kabilesinin reisi olan Sa’d b. Muaz, henüz Müslüman olmamıştı ve İslâm’ın yayılmasından rahatsızdı. Mus’ab’a engel olması için yine kendisi gibi kabilesinin reislerinden olan Üseyd b. Hudayr’ı gönderdi. “Eğer, teyzemin oğlu Es’ad b. Zürâre olmasa ben ona yapacağımı biliyorum!” demeyi de ihmal etmedi.
Üseyd, kızgın bir şekilde Mus’ab ve Es’ad’ın bulunduğu yere geldi. Es’ad, Üseyd’in geldiğini görünce, Mus’ab’a onun kavminin efendisi olduğunu söylemeyi ihmal etmedi.
Üseyd hiddetli bir şekilde şöyle dedi: “Siz, bize niye geldiniz? Birtakım aklı ermez ve zayıf kimseleri aldatıp azdırıyorsunuz!
Hayatınızdan olmak istemiyorsanız, derhal buradan ayrılın!”
Hz. Mus’ab, “Hele biraz dur, otur. Sözümüzü dinle, maksadımızı anla; beğenirsen kabul edersin, beğenmezsen o zaman engel olursun.” diye gayet nazikçe mukabelede bulundu.
Üseyd, “Doğru söyledin.” dedi ve mızrağını yere saplayarak yanlarına oturdu.
Mus’ab, ona İslâm hakkında konuşma yaptı ve Kur’ân-ı Kerim’den âyetler okudu. Üseyd kendisini tutamayarak, “Bu ne kadar güzel, ne kadar iyi bir söz!” diye konuştu ve “Bu dine girmek için ne yapmalı?” diye sordu.
Mus’ab ve Es’ad, Müslüman olması için yıkanması, elbisesini temizlemesi, kelime-i şehadet getirmesi ve namaz kılması gerektiğini söylediler. Üseyd denilenleri yaptı ve Müslüman oldu.
Sonra da, “Ben gideyim, size birini göndereyim. Eğer, o da imana gelirse, bu beldede iman etmedik kimse kalmaz.” Deyip oradan ayrıldı; Sa’d b. Muaz ve kavminin yanına vardı.
Sa’d, “Ne yaptın?” diye sordu. Üseyd şöyle dedi: “O iki adama söylenmesi gerekeni söyledim. Vallahi, ben onlarda bir problem görmedim.”
Sa’d, “Vallahi, sen beni tatmin edici bir malûmat getirmedin.” dedi ve doğruca Mus’ab ile Es’ad’ın yanına gitti.
Kızgın bir şekilde, “Ey Es’ad! Eğer seninle aramızda akrabalık olmasa, böyle kabilemiz içine soktuğunuz çirkin işlere sabır ve tahammül edemezdim.” diye tehdit etti.
Mus’ab ona da aynı tatlılıkla, “Hele biraz durunuz. Oturup dinleyiniz, anlayınız da beğenirseniz kabul edersiniz, beğenmezseniz, biz de size, çirkin gördüğünüz işi tekliften vazgeçeriz.” diye nazikçe cevap verdi.
Bunun üzerine Sa’d oturdu ve Hz. Mus’ab’ın sözlerini dinlemeye başladı. Mus’ab ona İslâm dininin ne demek olduğunu anlattı ve Kur’ân okudu.
Kur’ân okunurken Sa’d’ın yüzü birdenbire değişiverdi. Simasında iman alametleri belirdi. Hemen, “Siz bu dine girerken ne yapıyordunuz?” diye sordu.
Hz. Mus’ab ona İslâm dininin esas ve âdâbını anlattı. O da şehadet getirerek Müslüman oldu. Hz. Mus’ab’ın bu tatlı ve nazik üslûbu ve samimi gayretleriyle Medine’de İslâm’ın girmediği bir ev kalmadı.
Bu hadiseden elbette günümüz Mus’ablarının alacağı pek çok dersler vardır.
Mesuliyet Ruhu Hep Canlı Kalmalı
“Neme gerek” deyince insanın aklına Kanuni ile dönemin Allah dostlarından Yahya Efendi arasında geçen diyalog geliyor.
Büyük İslâm âlimlerinden Yahya Efendi ile Kanunî Sultan Süleyman süt kardeşidirler. Yahya Efendi, duası makbul, keramet ehli bir zattır.
Bir gün Kanunî, Osmanlı’nın sonunun nasıl olacağını merak eder ve Yahya Efendi’ye şunları yazar:
“Ağabey, sen ilâhî sırlara vakıfsın. Kerem eyle de biz Osmanoğulları’nın akıbetinin ne olacağını haber ver.” Soruyu okuyan Yahya Efendi, bir kâğıda:
“Kardeşim, neme gerek” yazar ve padişaha gönderir. Cevabı okuyan Kanunî hayretler içerisinde kalır. Hemen Yahya Efendi’nin, bugünkü Yıldız Parkı’nın yanında bulunan dergâhına gider. Soru sorup da cevap alamamış olmanın üzüntüsüyle:
“Ağabey, bu ne iştir? Sualimize cevap vermediniz. Yoksa bir kusur mu işledik?” der.
“Biz cevap verdik.” der Yahya Efendi, “Ancak bunu si zin anlayamamanıza şaşarız.”
“Nasıl cevap verdiniz?”
“Kardeşim! Bir devlette haksızlık ve zulüm yayılır, bunu işitip, görenler de “neme gerek!” derlerse, mani ol mazlarsa; bir koyunu kurt değil de çoban yerse, bunu bilenler de hakikati söylemezse; fakirlerin, muhtaçların, gariplerin feryadı göklere çıkıp bunları taşlardan başkası işitmezse, işte o zaman neslinin yok olmasını bekle! Ha zineler boşalır, asker itaat etmez, işte o zaman yok ol mak zamanıdır.”
İnsan olduğunun idrakinde olan talihlilerin mesuliyet duyguları yüksektir. “Neme lâzım!” diyemezler. Kanayan bir yara görünce ciğerleri yanar, aldırmayıp geçemez, Allah’tan utanır, Peygamberinin ruhaniyetinden sıkılır, mukaddes emanetleri sahipsiz bırakmaz, bırakamaz.