Sabır, kanaat, cömertlik, tevazu, fedakârlık, cesaret gibi bazı güzel hasletler vardır ki her insan onlara sahip olmak, onları kendi hayatında yaşamak ister. Çünkü bu ve benzeri güzel vasıflar, insana gerçekten insan olma özelliği kazandırır. “Güzel ahlâk” adı altında toplanan bu güzel vasıfları “örnek insan” olarak en mükemmel şekilde yaşayan insan, Peygamber Efendimizdir. Peygamber Efendimiz’in ahlâkı, bizzat Cenâb-ı Hakk tarafından ihsan ve ikram edilmiştir. Cenâb-ı Hakk, onu insanların örnek alacağı kusursuz, eksiksiz ve seçkin bir şekilde yaratmış ve O, hep ahlâk üzerinde yaşamıştır. Onun ahlâkı, Allah’ın övdüğü ve Kur’ân’ın öğrettiği temiz ahlâktır. Yüce Allah, İslâm’ı insanlığın imdadına gönderip Kur’ân’ı indirirken ilahî prensiplerin uygulamaya geçişini hayatıyla gösterecek bir insan olarak Peygamberimiz’i seçmiştir. Kur’ân’da anlatılan güzelliklerin tamamını Peygamberimiz’in şahsında görmek mümkündür. Sahabîlerin, Peygamberimiz’in ahlâkı hakkında bilgi almak istemeleri üzerine Hazreti Aîşe Validemiz: “Siz Kur’ân’ı okumuyor musunuz? Onun ahlâkı Kur’ân’dı.” demiştir. Peygamberimiz’in hayatında ve ahlâkında her meslek ve seviyeden insan, örnek alacak yönler bulabilir. Efendimiz’in hayatı her yönüyle hepimize örnektir. Nitekim Peygamberimiz de, “Ben ancak güzel ahlâkı tamamlamak için gönderildim.” buyurmuş ve bize bu özelliğinin dünyadaki göreviyle bağlantısını anlatmıştır.
O’nun Ahlâkı Bir Meleke Hâlindeydi
Peygamberimiz’in ahlâkı bir meleke hâlinde öz olarak mevcuttu. Nasıl ki Güneş herkesin üzerine doğarsa Efendimiz’in dünyayı kaplayan şefkati de herkese yayılırdı. Her zaman muhtaçlara yardım eder, zayıfları korur, tatlı sözlü ve güler yüzlü bulunur, tevazu ve hoşgörüsünü hiç kimseden esirgemezdi.
Bütün Duyguların İdeal Noktasını Bulmuştu
Allah Resûlü, insanın yaratılışında var olan birbirine zıt huyları en mükemmel şekilde bağdaştırmıştı. Düşmanın kat kat üstünlüğüne aldırmadan binlerce düşmana tek başına meydan okumuş, ama bu hâlinde bile yumuşak kalpliliğini ve merhametini geri bırakmamıştı. Bütün insanlığın kurtulması için zihnini yorarken ümmetinin hâlini ve işlerini hiçbir zaman unutmamış, kendi ailesini de ihmal etmemişti. Gününün büyük bir kısmını ibadet ve zikirle geçirmiş, kalbi her an Allah’a bağlı kalmış ancak yine de dünyadan kopmamıştı. Bütün işlerinde her zaman Allah rızasını gözetmişti. Kendi şahsına yapılan her türlü kötülüğü affetmiş, intikam almayı hiç düşünmemiş ancak Allah düşmanlarını asla bağışlamamış ve onların yakasını bırakmamıştı.
Allah’tan En Çok Korkandı
Peygamber Efendimiz, yaratılmışların en üstünü olduğu gibi Allah’ı hakkıyla tanıyıp O’ndan en çok korkanı idi. Cenâb-ı Hakk, O’nu günah işlemekten muhafaza buyurduğu hâlde O, hiç durmadan ibadet eder, dua ve istiğfarda bulunurdu. Gecenin başında uyur, sonunda da ibadet ederdi. Mübarek ayakları şişinceye kadar namaz kılardı. “Ya Resûlullah! Sizin gelmiş geçmiş bütün günahlarınız affedildiği hâlde neden kendinize bu kadar zahmet veriyorsunuz?” denildiğinde “Ben şükreden bir kul olmayayım mı?” diye cevap buyururlardı.
Tevazu Sahibi İdi
Allah Resûlü, tevazu ve alçakgönüllülüğün en makbulünü yaşamıştı. Yaratılmışların en üstünü olarak Kur’ân-ı Kerîm’de Rabb’i tarafından defalarca kere övüldüğü hâlde insanlar arasında asla Peygamberlik imtiyazını kullanmamış ve kendisini onlardan üstün görmemişti. Yüce Allah kendisini kral peygamber olmakla, kul peygamber olmak arasında serbest bıraktığında O, kul peygamber olmayı tercih etmişti. Bunun üzerine İsrafil Aleyhisselâm Peygamberimiz’e, “Şüphesiz Allah, tevazu gösterdiğin için o hasleti de sana vermiştir. Kıyamet gününde insanların efendisisin. Yeryüzü 148 yarılıp kabrinden çıkacak ve ilk şefaat edecek olan da sensin.” demişti.
Onu İlk Defa Gören Heyecanlanırdı
Bir gün bir zat Peygamberimiz’in huzuruna gelince peygamberlik heybetinden titremeye başladı. Bu adamın hâlini gören Allah Resûlü, “Kendine gel, ben bir hükümdar değilim. Ben ancak Kureyş kabilesinden kurumuş tuzlu ekmek yiyen bir kadının oğluyum.” buyurdu. Gerçekten de Efendimiz’i ilk defa gören heyecanlanırdı. Fakat daha sonra ondaki şefkati, yüzündeki tebessümü görünce rahatlar, görüşüp konuşunca içindeki korku sevgiye dönüşürdü. Allah Resûlü hangi hâlde olursa olsun herkese eşit davranır, basit yaşayışından ve fakir oluşundan dolayı kimseyi aşağı görmezdi. Çoğu insanın dönüp bakmadığı, yüz vermediği kişilerin bile isteklerini yerine getirirdi.
Kendi İşini Kendi Görürdü
Allah Resûlü, insanların kendisine hizmet etmelerini istemez, kimseye yük olmazdı. Elbisesini kendi eliyle yamar, ayakkabısını tamir eder, abdest suyunu hazırlar, çarşıya giderek ihtiyaç duyduğu şeyleri satın alır ve eve kendisi getirirdi. Bir gün Amir ibn Rebia, Efendimiz ile birlikte camiye gidiyordu. Yolda Peygamberimiz’in ayakkabısı çözüldü. Amir ibn Rebia hemen eğilip ayakkabıyı bağlamak istedi, fakat Efendimiz ayağını onun önünden çekti ve: “Bu hareketin başkasına hizmet gördürmek demektir. Ben başkasına hizmet gördürmeyi sevmem.” buyurdu.
Çok Sade Bir Hayat Yaşardı
Allah Resûlü, ailesi arasında ve evi içinde son derece mütevazı ve sade bir hayat yaşardı. Zaman zaman ev işlerinde hanımlarına yardımda bulunur, ev süpürür, deveyi bağlar, yemler, koyunları sağar, alışverişi kendisi yapar ve aldıklarını kendisi taşırdı. Elbisesini yamar, ayakkabılarını tamir eder, kendi işini kendi görürdü. Ne kilitli kapılar arkasına çekilir ne de önüne tabaklarla yemek taşınırdı. Toprak üzerine oturur, yemeğini de yerde yerdi.
İnsanların En Yumuşak Huylusuydu
Peygamberliğinden önce de sonra da insanların en yumuşak huylusuydu. İnsanların en az kızanı, en çabuk razı olanı ve bağışlayanı idi. Şahsına yapılan kötülüklerden dolayı hiçbir şekilde intikam almayı düşünmemişti. Allah’ın emirlerini insanlara anlatmaya çalıştığı sırada Kureyş müşrikleri O’na her türlü hakarette bulunmuş, O’nunla alay etmiş, geçtiği yollara dikenler sermiş, üzerine pislik atmışlardı. Bununla da kalmayıp O’na sihirbaz, büyücü, kâhin, şair diyerek kızdırmak için her türlü yola başvurmuşlardı. Fakat O, kendisine yapılan bütün bu hakaretlere tahammül etmiş ve kızmamıştı, gayet sakin, engin sabırlı ve tahammüllü idi.
Kimsenin Kalbini Kırmazdı
Emri altında bulunan ve hizmetini gören kimselere son derece yumuşak davranır, onlara kızmaz, kalplerini kırmazdı. Onlar dediğini yapmasalar, ihmal de etseler, sadece yumuşakça ve nazikçe sebebini sorardı. Uzun yıllar Efendimiz’in hizmetinde bulunan Enes bin Malik bir hatırasını şöyle anlatmıştı: “Resûlullah bir gün beni bir iş için bir yere gönderdi. Dışarı çıktım, çocukların yanına uğradım, onlar sokakta oynuyorlardı. Ben de aralarına karıştım ve oynamaya başladım. Derken Resûlullah geldi, arkamdan başımı tuttu. Yüzüne baktım, gülüyordu: ‘Enesçik, seni gönderdiğim yere gittin mi?’ diye sordu. ‘Evet, gidiyorum ya Resûlullah.’ dedim.
Hayâ Sahibiydi
Allah Resûlü, hayâ bakımından insanların en üstünü, en edeplisi ve en utangacı idi. Görülmesi ve açılması ayıp sayılan şeylere karşı gözleri âdeta yumuktu. İnsanların kusurlarını görmezden gelir, yüzüne vurmaz, o kişiyle arasındaki saygı ve sevgi perdesini yırtmazdı. Ona bir kimsenin hoş olmayan bir şeyi yaptığı bildirilince “Neden falan kimse böyle diyor, böyle yapıyor?” demez. Genel anlamda “Niçin böyle yapıyorlar ve diyorlar?” şeklinde konuşurdu. Böylece o kimseyi yaptığı işten veya söylediği çirkin bir sözden alıkoyar, fakat o adamın ismini vermezdi. Edebe aykırı bir söz 150 söylemez, böyle bir söz söylemeye kesinlikle teşebbüs bile etmezdi. Çarşı ve pazarda çevreyi rahatsız edecek şekilde yüksek sesle konuşmazdı. Kötülüğe aynı ile karşılık vermez, aksine hoşgörülü davranırdı. Hoşlanmayacağı bir şeyi söylemek zorunda kalsa bile dolaylı olarak söylerdi. Hayâsının fazlalığından dolayı hiç kimsenin yüzüne dik ve sabit bir şekilde bakıp kalmazdı.
O’nun Kadar Şefkatli Bir İnsan Yoktu
Merhamet ve şefkat, Allah Resûlü’nün yüce şahsiyetinin bir aynası gibiydi. Onun kadar merhametli, onun kadar şefkatli ve ince ruhlu bir insan yeryüzüne gelmemişti. Efendimiz’in kalbine ve engin rahmetine en yakın olanlar, fakir ve kimsesiz insanlardı. Fakirleri devamlı korur, onlara fakirliğin bütün ezikliğini ve zilletini unutturacak şekilde yakınlık gösterirdi. Bir yerde toplumun farklı kesimlerinin toplanmış olduklarını görünce önce fakirlerin yanına gider, onlarla birlikte otururdu. Kendini toplumun zayıf ve kimsesizlerinden üstün görme duygusuna kapılanları da uyarır, her tabakanın devamlı birbirlerine muhtaç olduklarını söylerdi. Allah Resûlü’nün mescidini temizleyen fakir bir kadın vardı. Resûlullah üst üste birkaç gün onu görmeyince nerede olduğunu sordu. Öldüğünü söylediler. Onun ölümünü kimse önemsememiş, Efendimiz’e haber verme gereği duymamışlardı. Bu duruma çok üzülen Efendiler Efendisi “Bana haber vermeniz gerekmez miydi?” dedi ve kadının mezarına gitti. İki rekât namaz kıldıktan sonra “Allah’ım! Bu mezarın içini nurla doldur, benim kıldığım namaz sebebiyle nurlandır.” diye dua etti. Zira Cenâb-ı Hakk, Resûlü ile ilgili Tevbe Sûresi’nin 128. âyetinde şöyle buyurmuştu: “And olsun ki size içinizden bir Peygamber geldi ki sıkıntıya uğramanız ona çok ağır ve güç gelir. Size çok düşkündür. Bütün mü’minlere merhametli ve esirgeyicidir.”
Yetimlere Apayrı Bir Şefkati Vardı
Efendiler Efendisi yetimlere olan merhametinden dolayı onları devamlı korur, haksızlığa uğradıkları zaman mut151 laka haklarını arardı. Yapılan savaşlar sonunda şehit düşen sahabîlerin yetim kalan çocuklarına sürekli ilgi gösterir, onları yalnız bırakmaz, ihtiyaçlarını karşılardı. Bir gün yanına gelip kalbinin katılığından dert yanan bir adama Allah Resûlü, şu tavsiyede bulunmuştu: “Kalbinin yumuşak olmasını, ihtiyacın olan şeylere kavuşmayı ister misin? Öyle ise yetime şefkat göster, başını okşa, yediğinden ona yedir ki kalbin yumuşasın ve muhtaç olduğun şeylere kavuşasın.”
Hanımlara Nazik Davranırdı
Allah Resûlü, mü’min kadınlarla erkekler arasında hiçbir ayrım göstermezdi. Bir ihtiyaçları olduğunda veya bir şey öğrenmek istediklerinde onları reddetmez, ihtiyaçlarını karşılar, sorularına cevap verirdi. Özellikle yaşlı kadınların kalplerini kırmaz, hatıralarını hoş tutardı.
Çocuklara Olan Sevgisi Bambaşkaydı
Gönüller Sultanı’nın çocuklara olan şefkati ve sevgisi bambaşkaydı. Bir çocuk gördüğü zaman mübarek yüzünü neşe ve sevinç kaplardı. Onu tutar, kollarının arasına alır, kucaklar, okşar, sever ve öperdi. Gördüğü ve karşılaştığı her çocuğa selâm verir, hâlini hatırını sorardı. Onlarla arkadaşça konuşur, onların yanında çocuklaşır, anlayış seviyelerine göre sohbet eder, nasihatler verirdi. Binekli olduğu zaman çocukları atının terkisine alır, gidecekleri yere kadar götürürdü. Çocuklarla o kadar iç içe olmuştu ki bir defasında yarış yapan çocukları görmüş ve onların neşesine katılmak için onlarla birlikte koşmuştu. Şefkat Peygamberi, çocukların ağlamalarına dayanamaz, onların susturulmasını ve yorulmamasını isterdi. Öyle ki bazen ağlayan bir çocuk sesi duysa namazı bile kısaltır, annenin çocukla meşgul olmasına imkân verirdi. “Kim ağlayan çocuğunu susturuncaya kadar gönüllerse Cenâb-ı Hakk ona Cennet’te memnun olacağı kadar nimet verir.” buyururdu.
Affederdi
Efendimiz, yaratılışı icabı kendisine kötülük edene kötülükle karşılık vermez, affeder ve intikam almaya yanaşmazdı. 152 Savaş dışında düşmanlarından kendisine sığınan, teslim olan ve bağışlanmayı dileyenleri yüz üstü çevirmemişti. Onların ricalarını kabul etmiş, suçlarını affetmiş ve pek çoğunun iman etmesine vesile olmuştu. Allah Resûlü kalabalık ordusuyla Mekke’nin fethi için şehre girdiği sırada düşmanlarının pek çoğu çaresiz kalarak önüne yığılmışlardı. O sırada rahmet peygamberi Efendimiz, imkânı olduğu ve istediği her şeyi yapmaya gücü yettiği hâlde düşmanlarını affetme büyüklüğünü ilan etmişti. Azılı düşmanı Ebu Cehil’in oğlu İkrime’yi, amcası Hazreti Hamza’yı öldüren Vahşi’yi bile affetmişti.
Verdiği Sözde Dururdu
Allah Resûlü, verdiği sözde duran ve yaptığı anlaşmaya bağlı kalan en büyük insandı. Üstelik bu hususta dostunu da düşmanını da ayırt etmemişti. Dostlarına verdiği sözde durduğu gibi düşmanlarıyla yaptığı anlaşmalara da sadık kalmış, her ne pahasına olursa olsun aykırı hareket etmemişti. Peygamberliğinden önce bir dostuna verdiği sözü tutmak için adamı üç gün sözleştikleri yerde beklemişti. “Nasıl olsa artık gelmez.” diyerek çekip gitmemiş, verdiği sözde sonuna kadar durmuştu.
Insanların En Nezaketlisi İdi
Efendiler Efendisi; insanların en naziği, en nezihi, en zarifi, en latifi, en ince ruhlusu idi. Nezaketini hiç kimseden esirgemez, herkese tatlı ve nazik davranırdı. Kendisine hitap edildiği ve soru sorulduğu zaman en güzel şekilde cevap verirdi. Ashabından ve ailesinden birisi kendisine seslenince “Buyurun.” diye karşılık verirdi. Kendisine bir şey soranı can kulağıyla dinler, soruyu soran yanından ayrılmadıkça onu terk etmezdi. Kimsenin sözünü kesmez, konuşmasını yarıda bırakmazdı. Karşılaştığı kimseye önce kendisi selâm verir, ashabıyla tokalaşmaya önce kendisi başlardı. Karşısındaki kimse elini çekmedikçe mübarek elini ondan ayırmaz, o kimse yüzünü çevirmedikçe mübarek yüzünü ondan çevirmezdi. Bir kimsenin yanında otururken iki dizi üzerine oturur, edebinden ve ona değer verdiğinden mübarek bacağını dikip oturmazdı.
Vakar Sahibi İdi
Kâinatın Sultanı; son derece vakarlı, ciddi ve izzet sahibi idi. O’nun peygamberlik vakarı, görene önce bir ürperti ve korku verirdi. Fakat karşısındaki kişi, kısa bir süre sonra O’nun ne kadar şefkatli bir insan olduğunun farkına varırdı. Allah Resûlü’nün bütün konuşmaları hikmetle doluydu. Boş ve lüzumsuz sözler söylemez, dedikodu yapmazdı. Kimsenin aleyhinde hareket etmediği gibi başkalarını o hâlde görürse de engel olurdu. Gülmesi sadece tebessümdü. Gülümsediğinde gözlerinin içi güler, yüzü ışıl ışıl olurdu. Sesli olarak gülmez, kahkaha atmazdı. Hoşuna giden bir şey olursa sadece dişleri görünür ve inci gibi parlardı. Yürürken sağa sola bakmaz, karşıya bakarak sert fakat mütevazı adımlarla yürürdü. Hâlinde sükût hâkimdi, ihtiyaç olmadan konuşmazdı. Bir meselenin iç yüzünü bilmeden peşin fikirle konuşan kimseleri de ikaz ederdi.
Daima Adaletli İdi
Efendiler Efendisi; her hareketinde daima adaleti esas alır, insanlar arasında fark gözetmezdi. Hak hususunda çok titiz davranırdı. Kimsenin canına ve malına zarar vermeyi ve üzerine kul hakkı geçmesini istemezdi. Zulmü her vesile ile kötüler, “Müslüman Müslüman’ın kardeşidir, ona zulmetmez.” buyururdu.
Gençlere Önem Verirdi
Hazreti Peygamber; vahiy kâtiplerini genelde gençler arasından seçmiş, gençlerin fetva vermesine izin vermişti. Gençlerden öğretmenler tayin etmiş, çoğunluğu yaşlı sahabîlerden meydana gelen orduların başına genç komutanlar geçirmişti. Tebük Seferi’nde Zeyd ibn Sabit’e, Bedir’de Hazreti Ali’ye sancağı bizzat kendisi vermişti. Kıyamet gününde arşın gölgesi altında mutlu olacaklar arasında gönlü Allah’a bağlı ve severek Allah’a ibadet eden gençleri de saymıştı.