İslâm’da Namaz
Namazın Dindeki Yeri ve Önemi
İslâm dininde namazın yeri çok büyüktür. Kur’ân’da, inanmaya ait meselelerin hemen ardından namazdan bahsedilir. Biz, başkaları için öyle düşünmesek de sahabe, kendi aralarında namaz kılmayanın imanından şüphe ederdi. Bu konuda, إِنَّ بَيْنَ الرَّجُلِ وَبَيْنَ الشِّرْكِ وَالْكُفْرِ تَرْكَ الصَّلَاةِ “Kul ile şirk ve küfür arasında sadece namazın terki vardır.”[1] hadisi sahabenin bu yaklaşımını destekleyen önemli bir delildir. Namazın huşû içerisinde kılınması ise aşağıda arz edeceğimiz üzere namaz ile gelen mânevî vâridât adına ayrı bir önem arz etmektedir.
Namaz, ibadetlerin en kapsamlısıdır. Bu açıdan denebilir ki o, kâmil insanın en kâmil ibadetidir. Evet, namaz, Allah’a ulaşmaya, varlığı yorumlamaya, değişik ilimlerle kâinatı hallaç etmeye müsait yaratılan bu mükemmel insanın tabiatına en uygun bir ibadettir. O, mahiyetindeki mükemmelliği ancak namaz gibi bir ibadetle ifade edebilir ve Allah’ın kendisinden istediği insan olma özelliğini de ancak onunla ortaya koyabilir.
Evet, insanın maddî-mânevî mükemmelliği tartışma götürmez bir gerçektir. Mesela onun boyu, posu, endamı ve uzuvları arasındaki uygunluk ve insicam, herkeste hayranlık uyandıracak kadar güzeldir. Ondaki bu güzelliği Romalıların sanat dehâları çok iyi kavramıştır ama tevhide yönelemediklerinden dolayı, bu duygularını müşahhas resim ve heykellerle anlatmaya çalışmış ve meseleyi darlığa hapsetmişlerdir. Ben, insana olan bu hayranlığımı değişik zaman ve zeminlerde, “Eğer Allah kendinden başka birine secde edilmesine müsaade etseydi bu, insan olurdu.” şeklindeki sözlerimle ifade edegelmişimdir. Bu espriyi, bir yönüyle, meleklerin, Hz. Âdem’e secde etmekle emrolunması da destekliyor gibidir. Tabi meselenin taabbüdî buudu daha ağırdır.
İnsanla yakından irtibatlı olan böyle bir ibadetin kâmil mânâda eda edilmesi, yukarıda ifade ettiğimiz mânevî vâridât adına çok önemlidir. Cenâb-ı Hak, Mü’minûn sûresinde قَدْ أَفْلَحَ الْمُؤْمِنُونَ الَّذِينَ هُمْ فِي صَلَاتِهِمْ خَاشِعُونَ “Şüphesiz, namazı huşû içinde eda edenler kurtuldu.”[2] buyurmaktadır. Her şeyden mefhum-u muhalif (zıt anlam) çıkarmak doğru olmamakla birlikte, bu âyetin mefhum-u muhalifini ele alacak olursak “Namazı huşû ile eda etmeyenler kurtulamazlar.” mânâsı çıkarılabilir. Biz bu yoruma temayül etmesek de ihtimal dâhilinde bulundurmayı temkinli bir davranış sayıyoruz. Bu açıdan aç bir insanın, yediği yemeği bütün zerreleriyle hissetmesi veya susamış birisinin su içerken onu zevk etmesi ya da havasızlıktan sıkışmış bir insanın ferahfezâ bir atmosferde havayı ciğerlerine çekerken onu hissetmesi gibi, namazın da duyarak eda edilmesi gerektiğine inanıyoruz.
Evet, namaz, halk tabiriyle, verip veriştirilecek ve geçiştirilecek bir şey değildir. O, kendisine hususi bir vaktin ayrılması ve başlamadan önce de mutlaka konsantre olunması gereken bir ibadettir. Aslında namaz ve namaz öncesi hazırlıklar, bu konsantreyi sağlayabilecek güçtedir ve sıralanmaları itibarıyla namaz vetiresinin enstrümanları gibidirler.
Mesela def-i hâcetle vücuttaki fazlalıklar atılır ve insanda bir rahatlama meydana gelir. Ardından abdestle vücudumuzdaki kinetik enerji dengelenir ve bununla da ayrı bir rahatlama gerçekleşir. Bunu takiben camilerin minarelerinde şehbâl açan ezan-ı Muhammedî bizi ayrı bir teveccühe ve derinliğe çeker. Sonra camiye, âdeta Allah’a vâsıl oluyor gibi huşû içinde yürünür, müezzinin tatlı nağmeleriyle ayrı bir âleme girilir, sünnetler eda edilir ve nihayet müezzinin kâmeti gelir. Evet, bütün bunlar, farzı dolu dolu kılmak için iç derinliğine, Allah’ı duymaya ve O’nu sürekli mülâhazaya almaya hazırlayan birer çağrı ve konsantrasyonun sağlanması için önemli birer unsur gibidirler.
Namazın bu ölçüde derince duyularak kılınması bir hedeftir ve namaz öncesi yapılan bu hazırlıklar, o duyuşu gerçekleştirecek stratejiler olarak da değerlendirilebilir. Kaba bir tabirle, belli gayeleri gerçekleştirme adına ortaya konan politikalar gibi bunlar da, o kâmil namazı tahakkuk ettirmek için kullanılan vesileler olarak görülebilir. Ezan, kâmet, abdest, nafile namazlar ve diğer amellerin hiçbirisi asıl gaye değillerdir. Bütün bunlar, varlığın en kâmili, ahsen-i takvîme mazhar insanın, ibadetinin de kendine yakışır olması için ortaya konmuş vesilelerden ibarettir.
İç ve dış yapısı itibarıyla böyle mükemmel bir varlığı Allah’a yaklaştıracak ve gerçekten insan olmasının ifadesi sayılan namaz mutlaka ciddi bir iç derinliği ile eda edilmelidir. Bunu tam eda edememe endişesi veya gerçekten eda edememenin ızdırabının yaşanması, kul adına önemli bir seviyedir. Burada, gaye-i hayal olan böyle bir namazın “çok az” insana müyesser olduğunu da ifade etmeliyiz. Burada kullanılan “çok az” kelimesi izafîdir. Mesela birisi başını secdeye koyduğunda kaldırmayı düşünmüyor.. bir başkası namaza durunca, kendisini gül bahçesine salmış gibi hissediyor.. bir başkası namazda kendini cennet yamaçlarında sanıyor.. bir diğeri kendini ruhanîlerin önünde görüyor olabilir. Bu, herkesin istidadına göre yakalayabileceği bir ufuktur. Ne var ki biz, niyetlerimizle mükemmelin peşinde olduğumuz müddetçe, hedefe ulaşamasak da niyetlerimizle hedeflediğimiz şeyi her zaman yakalayabiliriz. Unutmayalım ki, “Mü’minin niyeti, amelinden hayırlıdır.”[3]
İnsanlar bazen namaz adına her şeyi tam tekmil yerine getirdikleri hâlde, değişik sebeplerden dolayı namazı doya doya kılamayabilirler. Mesela bulunduğu ortamda namaza durulduğu anda çocuklar gelir sırtına binerler ki bu çok defa Allah Resûlü’nün de başına geliyordu. Veya namaz esnasında büyük bir gürültü duyulur da bütün dikkatler o noktaya kayar. Dolayısıyla da namazda zirveye ulaşılamaz.
Namazda bize ârız olan hâllerin bazıları vardır ki onlar her zaman bizi aşar; bazıları da vardır ki onlar bizim beşeriyetimizden kaynaklanır. Mesela insanın kendi iç dünyasında kurguladığı hayaller gelir namazda insanın içine akar ve namazın önüne geçerek ona perde olur. Bu durumda insan kendisini sürekli bir sisin-dumanın berisinde hisseder. Hz. Ömer gibi semalarla irtibatlı bir insan bile kendisine ulaşan Irak’la ilgili bir problemle zihni meşgulken kıldığı namazda şaşırır.[4]
Bu konunun ayrı bir yönü de namaz kılınan atmosferle alâkalıdır. Hiçbir sıkıntı ve meşakkatin olmadığı bir atmosferde kılınan namaz ile bin bir ızdırap, sıkıntı ve değişik düşüncelerin sıkıştırması altında kılınan namaz arasında çok büyük farkların olacağı açıktır. İkinci türden namazlar, namazdaki derinliğin ayrı birer buudu gibidirler. Gerçi her ne kadar huzur, sağdan soldan gelen değişik şeylerle bin bir defa deliniyor ise de bu stres ve sıkıntıların arasında namazı farklı bir zâviyeden tıpkı nefes alma gibi duyma ve hissetme, namaza bizim anlayamadığımız farklı bir renk kazandırır. Bence önemli olan da işte budur.
O sebeptendir ki savaş esnasında kılınan namazlar normal zamanlarda kılınanlardan kat kat daha fazla sevaplıdırlar. “Salâtü’l-havf”ın kılınış şekline baktığımızda, çok garipsediğimiz tablolar çıkar karşımıza. Nisâ sûresinde bu namaz şöyle anlatılır:
“Sen içlerinde bulunup onlara namaz kıldırdığın zaman, onlardan bir kısmı seninle beraber namaza dursunlar, silahlarını (yanlarına) alsınlar, böylece (namazı kılıp) secde edince (diğer kısım) arkanızda olsunlar. Sonra hemen namazını kılmamış olan diğer kısım gelip seninle beraber namazlarını kılsınlar ve onlar da ihtiyat tedbirlerini ve silahlarını alsınlar. O kâfirler arzu ederler ki siz silahlarınızdan ve eşyalarınızdan gafil olsanız da üstünüze birden baskın yapsalar…”[5]
İşte bu şekilde, acaba ne zaman bir kurşuna hedef oluruz veya bir bombardımana maruz kalırız gibi mülâhazalar altında kılınan namaz, bu namazın kılınış keyfiyeti bize garip gelse de sair namazlara göre çok daha büyük ve çok daha değerlidir.
Netice itibarıyla sırtında bir yük hissederek zaman içindeki boşlukları kollayıp, “Ne pahasına olursa olsun mutlaka onu eda etmeliyim.” mülâhazasıyla kılınan namazda da öyle bir enginlik vardır ki bu noktayı, tekyelerde, zâviyelerde, hatta Kâbe’de namaz kılanların bile yakalayabileceğine ihtimal veremiyorum.
a. Hesabı Sorulacak İlk İbadet
Namaz, mü’minin huzur-u ilâhide hesabını vereceği ilk ibadettir. Ne zina, ne içki ne de başka bir şey! Bundan, diğer ibadetlerin önemsiz olduğu mânâsı çıkarılmamalı, aksine namazın ehemmiyeti anlaşılmalıdır. Bir insan namaz kılmıyorsa hayatının en büyük kayıp kuşağında yaşıyor demektir.
Oruç, zekât, hac gibi ibadetleri yerine getirmek namaz kılmaya göre daha kolaydır. Namazın kendine göre bir zorluğu vardır. Nitekim sahabe, oruç tutmayana veya hacca gitmeyene değil, namaz kılmayana “münafık” nazarıyla bakardı. Hatta ulema, amelî nifak bahis mevzuu olduğu zaman buna çok defa namazın terk edilmesini misal verir. İnsanın –şuurunun derinliğine göre– günde beş defa Allah’a arz-ı ubûdiyette bulunması onun derecesini hayal edemeyeceği kadar yüceltir. Evet, namaz deyip geçmemeli; namazdan geçen, korkulur ki bir gün dinden de geçer. Namazın mânâsında miraç hakikati mevcuttur ama bunu herkes kendine göre hisseder ve kabiliyeti nispetinde o miraca çıktığını duyar. En mükemmel miraç, Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) miracıdır.
Kul, ahirete adımını atar atmaz ilk olarak namazlarının hesabıyla karşılaşır. Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem), “Kıyamet günü kişi, amelleri arasından önce namazın hesabını verecek. Bu hesap güzel olursa kurtuluşa erdi demektir. Bu hesap bozuk olursa hüsrana düştü demektir.”[6] buyurarak bu hakikati ifade etmiştir. Dolayısıyla kulu, bir anda Cehennem’in gayyasına ya da Cennet köşklerinden bir köşke taşıyacak olan şey, namaza verdiği önem olacaktır.
O hâlde mü’min, günlük beş vakit namazını aksatmadan kılmalı ve her fırsatta Rabbiyle irtibatını kuvvetlendirme yollarını aramalıdır. Çünkü burada eda edeceği her namaz, ötede, rezil ve rüsvay olacağı bir günde karşısına çıkacak ve imdadına koşacaktır. Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem), o günün dehşetini anlatırken, “Ahirette kim inceden inceye hesaba çekilirse azaba maruz kalacak demektir!” buyurur. Hz. Âişe (radıyallâhu anhâ) ise, “Nasıl olur? Allah Teâlâ, فَأَمَّا مَنْ أُوتِيَ كِتَابَهُ بِيَمِينِهِ فَسَوْفَ يُحَاسَبُ حِسَابًا يَسِيرًا وَيَنْقَلِبُ إِلَى أَهْلِهِ مَسْرُورًا ‘O vakit kimin kitabı sağ eline verilirse kolay bir hesapla muhasebe edilecek ve ehline sevinçli olarak dönecek.’[7] buyurmadı mı?” deyince de, “Hayır! Bu arzdır. Kıyamet günü ince hesaba çekilen herkes mutlaka helâk olmuş demektir!”[8] buyururlar. Cenab-ı Hak, yardımına muhtaç olduğumuz o günde, lütuf ve keremiyle yardımcımız olsun; küçük hayırlarımızı büyük yapsın ve kusurlarımızdan ötürü bizleri sorumlu tutmasın!
Kur’ân, namazlarını terk etmek suretiyle hüsrana uğrayan güruhu şöyle resmeder:
فِي جَنَّاتٍ يَتَسَاءَلُونَ عَنِ الْمُجْرِمِينَ مَا سَلَكَكُمْ فِي سَقَرَ قَالُوا لَمْ نَكُ مِنَ الْمُصَلِّينَ وَلَمْ نَكُ نُطْعِمُ الْمِسْكِينَ وَكُنَّا نَخُوضُ مَعَ الْخَائِضِينَ وَكُنَّا نُكَذِّبُ بِيَوْمِ الدِّينِ حَتَّى أَتَانَا الْيَقِينُ
“Onlar mutlaka cennetlerde mücrimlerin durumu hakkında kendi aralarında konuşurlar. O suçlulara, ‘Neydi bu cehenneme sizi sürükleyen?’ diye sorulur. Onlar şöyle cevap verirler: Biz, namaz kılanlardan değildik. Fakirleri doyurmaz, onların ihtiyaçlarıyla ilgilenmezdik. Batıl sözlere dalanlarla beraber biz de dalardık. Bu hesap gününü yalan sayardık. Ölüm bizi yakalayıncaya kadar hep böyle idik.”[9]
Burada dikkat çeken bir husus, infak etmeme ile namazı terk etmenin birlikte zikredilmesidir. Bunun aksi ise namaz kılma ve yoksula infakta bulunmadır. Bu iki husus, Kur’ân-ı Kerim’in çoğu âyetinde birlikte zikredilir. Biri, ferdin şahsî hayatını tanzim ve şahsî miracını temin eder; diğeri ise ruh bütünlüğü ve birliği içinde sağlam ve sıhhatli bir toplumun tesis edilmesini ve hep birlikte terakki etmeyi netice verir. Dolayısıyla bunlar, birbirinden ayrılmaz iki önemli ibadettir.
Mü’minlere farz kılınan ilk ibadet, namazdır; dolayısıyla ümmet-i Muhammed arasında en son terk edilecek şey de o olacaktır. İslâm dininin birçok emri belki zamanla terk edilecek; mesela çarşı-pazarda Allah’ın emri istikametinde muamele kalmayacak, fitne ateşi her tarafı saracak ve fitneye atılanların sayısı hadd ü hesaba gelmeyecek. Fakat böyle bir ortamda dahi Allah’a kulluk adına devam edecek olan biricik şey namaz olacaktır. Cenâb-ı Hak, namazın bütünüyle terk edildiği bir dönemi bizlere göstermesin! Bizler, yeni bir bahar ve yeni bir dirilişin eşiğinde olduğumuz zannı ve kanaati içindeyiz. أَنَا عِنْدَ ظَنِّ عَبْدِي بِي “Ben, kulumun zannı üzereyim.”[10] sözüyle kendisini bize tanıtan Rabb’in rahmetinden ümidimiz o ki, bu baharları ve bu dirilişleri çoğaltsın ve bütün insanları huzuruna koşturup hayatlarının son demlerinde dahi olsa onlara namazla miraç yapma şerefini bahşetsin; öbür âlemde hepimize cemâl-i bâkemalini müşâhede ettirsin.
b. İmanın İkiz Kardeşi
İman ve namaz aynı döl yatağında neş’et etmişlerdir; namaz, imanın ikiz kardeşidir. İman, dinin ve diyanetin nazari yanını teşkil eder; o nazari yanın takviye edilmesi ve tabiatın bir derinliği hâline getirilmesi ise ancak namaz başta olmak üzere sair ibadetlerle mümkün olur. Bu itibarla denebilir ki; namaz pratik imandır, iman da nazari bir namazdır. Dini yalnızca vicdani bir kabulden ibaret gören ve hayatlarında ibadet ü taat e yer vermeyenler hiç farkına varmadan tenakuza düşmekten kurtulamamışlardır. Evet, dinin direği namazdır. Namaz, bir mü’minin günde en az beş defa içine girip temizlendiği sonsuzluğa doğru akıp giden bir tevbe ırmağı ve arınma kurnasıdır. O, savaş meydanlarında mücadelenin kızıştığı en tehlikeli anlarda bile hakkı verilmesi gereken çok önemli bir vazife, emin bir sığınak, mühim bir kurbet vesilesi ve en kısa bir vuslat yoludur. Bu hususiyetlerinden dolayıdır ki Asr-ı Saadet’ten günümüze kadar Hak dostları onu hayatlarının merkezine koymuş ve farzları ikâme etmekle yetinmeyerek her gün yüzlerce rekât nafile namaz kılmayı alışkanlık hâline getirmişlerdir.
Konuya ilişkin Kahoot’a buradan ulaşabilirsiniz ;