İki Cihan Güneşi, Nezaket Âbidesiydi
Peygamber Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) etrafındaki insanların kötü, kaba,alaycı söz ve davranışlarına karşı engin bir nezaket örneği göstermiş, muhataplarına yumuşaklıkla yaklaşmıştı. Huzurunda bulunan hiç kimse Allah’ın Elçisi’nin (sallallâhu aleyhi ve sellem) kendisine karşı kaba veya küçümseyici bir tavrını dahi hissetmemişti. O’nun ağzından kırıcı ve incitici sözler çıkmıyordu. İmayla dahi olsa kimseye hakaret veya küçük düşürücü ifadeler kullanmamıştı.
“İçinizden en iyi olanınız şahsiyet ve ahlâk olarak en iyi olanınızdır.” buyuran Efendimiz, kişinin arkadaşlarına karşı nazik davranmasının hayırlı bir iş, her hayırlı işin de bir sadaka olduğunu söylüyordu. Bir defasında ashabına cennette içi dışından, dışı da içinden görülebilen yüksek köşkler bulunduğunu müjdelemişti. Bunu işiten bir bedevî, bu binaların kimler için olduğunu sorunca Peygamber Efendimiz,bunların nezaket sahibi kimseler ve tatlı konuşanlar için olduğunu söyledi.
Hz. Âişe diyor ki: Bir gün Allah Resûlü odama girdi,kıbleye döndü ve ellerini açarak şöyle dua etti: “Allah’ım! Ben bir beşerim, şayet kullarından birini üzüp incitmisem,beni bu yüzden cezalandırma.”
Peygamberimize yakınlığıyla bilinen Enes b. Mâlik anlatıyor: “Allah Resûlü’ne on yıl hizmet ettim, bana hiç öf demedi. Yaptığım bir şey için “Bunu niye yaptın?” yapmadığım bir şey için de “Bunu niye yapmadın?” demedi.” Çünkü O, yine Enes b. Mâlik’in ifadesiyle, insanların en güzel ahlâklısıidi.
Peygamberimiz, Gereksiz Konuşmalardan Kaçınırdı
Peygamberimiz, daima güler yüzlü, iyi ve yumuşak huylu idi. Kaba ve katı yürekli değildi. Bağırıp çağırmaz, kötü laf etmez, başkalarını ayıplamazdı. Hoşlanmadığı şeyleri görmezlikten gelirdi. Ondan bir şey uman hayal kırıklığına uğramazdı. Kendisini üç şeyden men etmişti: Münakaşa,mübalağa ve gereksiz konuşmalardan. Şu üç hususta da halk ile münasebeti kesmişti: Kimseyi ayıplamaz, başkasının kusurlarını araştırmaz, sevap ümit ettiği mevzuun dışında konuşmazdı. Konuştuğunda muhatapları sanki başları üzerinde kuş varmış gibi başlarını eğerek ve dikkatle O’nu dinlerlerdi.O konuştuğunda meclistekiler susar, O sustuğunda da halk konuşurdu.
Resûlullah’ın huzurunda çekişilmezdi. Ashabının güldüğüne güler, hayret ettiğine de hayret ederdi. Yabancı birisi konuşma ve isteğinde kaba davrandığında sabır gösterirdi.
Arkadaşları böyle bir yabancıya çıkıştıklarında kendilerine:“İhtiyaç sahibini gördüğünüz vakit ona yardım ediniz.” buyururdu.
Kişinin Hatasını Yüzüne Vurmazdı
Allah Resûlü muhatabını asla mahcup etmezdi. Bazı hatalara göz yumar, beğenilmeyen hareket ve davranışta bulunan olsa bile onu mahcup etmez, hatalarını yüzüne vurup utandırmazdı. Hiç kimseyi kusurları sebebiyle -bilhassa başkalarının yanında- küçük düşürmezdi. Peygamber Efendimiz muhataplarına karşı son derece yumuşak ve müsamahalı davranırdı.
Allah Resûlü, yanında oturan bir kimsenin net olarak anlayabileceği şekilde, tane tane konuşurdu. Kötü söz söylemez, çirkin iş yapmazdı. Sokakta bağırmaz, kötülüğe kötülükle karşılık vermez, insanları rahatsız edici hâl ve tavırlarda bulunmazdı.
Hediyeleşmeye Önem Verirdi
Peygamberimiz, hediyeleşme üzerinde ısrarla durmuştur. Hediyeleşmenin sevgiyi artırdığına dikkat çeken Peygamberimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) hem hediye alır hem de
karşılığında bir şeyler hediye ederdi. Hediyeleşmenin insanları nasıl birbirine yaklaştırıp sevdirdiğini anlatmak için de: “Hediyeleşiniz; zira hediye, kalpteki kin ve nefreti yok eder.” buyurmuştur. Verilen hediyenin küçük görülmemesini ve kabul edilmesini istemiştir.
Peygamberimiz, hediyeye mutlaka karşılık verilmesini tavsiye etmiştir: “Kime bir hediye gelirse, karşılıkta bulunsun. Verecek bir şeyi olmazsa senâda bulunsun. Kim senâda bulunursa teşekkür etmiş olur. Kim de (senâ etmez) ketmederse nankörlük etmiş olur.”
Peygamberimiz özellikle kendisine gelen heyetlere hediye vermeyi ihmal etmezdi. Bu tarz hediyelerin öneminden dolayı ölüm döşeğinde şu tavsiyede bulunmuştu: “Size gelecek heyetlere, benim yaptığım şekilde hediye verin.” Çünkü kendisi hediyeyle pek çok gönle girmiş ve hediyeyi İslâm’ın anlatılması ve sevdirilmesinde önemli bir vesile olarak kullanmıştır.
Muhtaçları Sevindirirdi
Hz. Bilal’i (radıyallahu anh), Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem)’in müezzini olarak biliriz. Halbuki Hz. Bilal’e (radıyallahu anh) Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) tarafından verilmiş bir başka görev vardır ki; o da gelen ziyaretçilerle ilgilenmesidir.Hz. Peygamber (sallallâhu aleyhi ve sellem) bir Müslüman’ı zor durumda gördükçe Hz. Bilal’i çağırır, onun yiyecek ve giyecek ihtiyaçlarını gidermesini emrederdi. Hz. Bilal (radıyallahu anh), ihtiyaçlarını giderecek bir şey bulamazsa borç bulur, bu vazifeyi ifa ederdi. O borç da sonradan ödenirdi.
Bir keresinde bir muhacir kafilesi çıplak ayakla ve üstlerinde sadece yalın bir elbise olduğu halde Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) yanına gelmişti. Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem) bunların hâline üzülmüş, Hz. Bilal’den (radıyallahu anh) ezan okumasını istemiş, cemaat toplandığında bu muhacir insanlara yardım edilmesi çağrısında bulunmuştu. Sahabiler de bu çağrıya kulak vermiş ve onları giydirecek para kısa sü-
rede toplanmıştı.
O, Daima Halkın İçinde Halktan Biriydi
Allah Resûlü otururken, kalkarken daima Allah’ı anardı.Oturmak için belli bir yeri ve makamı yoktu. Halkı da böyle bir yer edinmekten men ederdi. Bir topluluğun yanına vardı-
ğında boş bulduğu yere oturur ve bunu emrederdi.
Huzurunda oturan herkesle ilgilenirdi. Öyle ki hiçbir fert başkasına kendisinden daha çok iltifatta bulunduğu zannına kapılmazdı. Herhangi bir ihtiyacı için birlikte oturduğu veya ayakta dikildiği kimse kendiliğinden ayrılmadıkça onu bırakıp gitmezdi. İhtiyaçlarını iletenlerin ya isteklerini kabul edip yerine getirir, yahut tatlı sözlerle yol gösterirdi.
Müsamahasına ve güzel huylarına güvenen halk O’na sığınmıştı, onların babası olmuştu. Herkes, hak konusunda huzurunda eşitti. Meclisi hilim, haya, sabır meclisi idi. O’nun bulunduğu yerde sesler yükselmez, kimsenin şerefiyle oynanmaz, kimsenin ayıbından söz edilmezdi. Halk eşitti, aralarındaki üstünlük takva ile idi. Ashabı alçakgönüllü idi. Yaşlıya
hürmet, küçüğe sevgi gösterirlerdi. İhtiyaç sahiplerini nefis-lerine tercih eder, yabancıyı korurlardı.
OKUMA PARÇASI
Terbiye ve Genç
“Terbiye başlı başına bir güzelliktir ve kimde olursa olsun takdir edilir. Evet, cahil dahi olsa, terbiyeli olduğu takdirde sevilir. Millî kültür ve millî terbiyeden mahrum milletler, kaba, cahil ve serseri fertlere benzerler ki, bunların ne dostluğunda vefa, ne de düşmanlıklarında ciddiyet olmaz. Böylelerine güvenenler, hep inkisar-ı hayale uğrar; bunlara dayananlar, er-geç desteksiz kalırlar.
***
Bir üstada çıraklık yapmamış ve sağlam bir kaynaktan terbiye almamış mürebbî ve mürebbiyeler (eğitimci), başkalarının yollarına fener tutan körler gibidirler. Çocukta görülen arsızlık, şımarıklık, bağrında geliştiği kaynağın bulanık olmasından meydana gelmektedir. Ailedeki duygu, düşünce ve hareket intizamsızlığı, katlanarak çocuğun ruhuna akseder. Tabiî, ondan da topluma…
***
Terbiye ile imdadına koşulacağı âna kadar genç, yetiştiği çevre, heves ve zevkin pervanesi; ilim, basiret ve mantığın uzaklarında dolaşan bir deli ve kanlıdır. Genci,geçmişiyle bütünleştirip geleceğe hazırlayacak olan iyi bir terbiye, onu müstakbelin Ömerleri hâline getirecektir.
***
Bir milletin yükselip alçalması, o millet içindeki genç kuşakların alacakları ruh ve şuura, görecekleri talim ve terbiyeye bağlıdır. Gençleri iyi yetiştirilmiş milletler, her zaman terakki etmeye namzet olmalarına karşılık, onları ihmal etmiş milletlerin tedennileri ise kaçınılmazdır.
***
Bir milletin geleceği hakkında kehanette bulunmak isteyenler, o milletin gençlerine verilen terbiyeye baksalar, hükümlerinde yüzde yüz isabet ederler.
***
Bir milletin ıslâhına fenaları imha etmekle değil, nesilleri millî kültür ve millî terbiye ile insanlığa yükselterek hizmet edilmelidir. Din, tarih şuuru ve gelenekler halitasından ibaret mukaddes bir tohumu yurdun dört bir bucağında çimlendirmedikten sonra, imha edilen her
fenanın yerinde birkaç tane yenisi ot gibi bitecektir.
***
Mekteplerde en az diğer dersler kadar terbiye ve millî kültür üzerinde de durulmalıdır ki, vatanı cennetlere çevirecek sağlam ruh ve sağlam karakterli nesiller yetişebilsin. Tâlim (öğretim) başka, terbiye (eğitim) başkadır. İnsanların çoğu muallim olabilir ama, mürebbî olabilen çok azdır.
***
En lüzumlu olduğu hâlde en az üzerinde durulan dersler, millî kültür ve millî terbiye dersleridir. Bir gün dönüp bu yolu işletmeye koyulursak, milletin terakkisi adına en isabetli kararı vermiş olacağız.
***
Her insanın geleceği, çocukluk ve gençlik çağlarındaki intiba ve tesirlerle sımsıkı alâkalıdır. Çocuklar ve gençler, yüksek duygularla coşup şahlanacakları bir ik-
limde yetişiyorlarsa, zihnî ve fikrî durumları itibarıyla diri, ahlâk ve fazilet itibarıyla da örnek olmaya namzet sayılırlar.
***
İnsan, duygularının pes şeylerden uzak olduğu ölçüde insandır. Kalbi kötü duyguların baskısı altında, ruhu nefsanîliğin cenderesine takılmış kimseler, sûretâ insan görünseler de düşünmek icap edecektir. Terbiyenin bedene ait olan kısmını hemen hemen herkes bilir ama; asıl işe yarayan fikrî ve hissî terbiyeyi anlayan çok azdır. Oysa ki, birinci şık terbiye ile daha ziyade kas güçleriyle beden insanları, ikinci şıkla ise ruh ve mânâ insanları yetişir.
Konuya ilişkin Kahoot’a buradan ulaşabilirsiniz ;