TEVHİD ile ilgili Ayet ve Hadisler

AYETLER

ضَرَبَ اللّهُ مَثَلًا رَجُلًا فيهِ شُرَكَاءُ مُتَشَاكِسُونَ وَرَجُلًا سَلَمًا لِرَجُلٍ هَلْ يَسْتَوِيَانِ مَثَلًا اَلْحَمْدُ لِلّهِ بَلْ اَكْثَرُهُمْ لَايَعْلَمُونَ

Zümer / 29. Allah, çekişip duran birçok ortakların sahip olduğu bir adam (köle) ile yalnız bir kişiye bağlı olan bir adamı misal olarak verir. Bu ikisi eşit midir? Hamd Allah’a mahsustur. Fakat onların çoğu bilmezler.

قُلْ اِنَّنى هَدينى رَبّى اِلى صِرَاطٍ مُسْتَقيمٍ دينًا قِيَمًا مِلَّةَ اِبْرهيمَ حَنيفًا وَمَا كَانَ مِنَ الْمُشْرِكينَ

En’âm / 161. De ki: Şüphesiz Rabbim beni doğru yola, dosdoğru dine, Allah’ı birleyen İbrahim’in dinine iletti. O, ortak koşanlardan değildi.

وَاَنْ اَقِمْ وَجْهَكَ لِلدّينِ حَنيفًا وَلَا تَكُونَنَّ مِنَ الْمُشْرِكينَ

Yunus / 1O5. “Ve (bana) hanîf (Allah’ın birliğini tanıyıcı) olarak yüzünü dine çevir; sakın müşriklerden olma, diye (emredildi).”

فَذلِكُمُ اللّهُ رَبُّكُمُ الْحَقُّ فَمَاذَا بَعْدَ الْحَقِّ اِلَّا الضَّلَالُ فَاَنّى تُصْرَفُونَ

Yunus / 32. İşte O, sizin gerçek Rabbiniz olan Allah’tır. Artık haktan (ayrıldıktan) sonra sapıklıktan başka ne kalır? O halde nasıl (sapıklığa) döndürülüyorsunuz?

حُنَفَاءَ لِلّهِ غَيْرَ مُشْرِكينَ بِه وَمَنْ يُشْرِكْ بِاللّهِ فَكَاَنَّمَا خَرَّ مِنَ السَّمَاءِ فَتَخْطَفُهُ الطَّيْرُ اَوْ تَهْوى بِهِ الرّيحُ فى مَكَانٍ سَحيقٍ

Hacc / 31. Kendisine ortak koşmaksızın Allah’ın hanifleri (O’nun birliğini tanıyan müminler olun). Kim Allah’a ortak koşarsa sanki o, gökten düşüp parçalanmış da kendisini kuşlar kapmış, yahut rüzgâr onu uzak bir yere sürüklemiş (bir nesne) gibidir.

قُلْ اِنَّمَا اَنَا بَشَرٌ مِثْلُكُمْ يُوحى اِلَىَّ اَنَّمَا اِلهُكُمْ اِلهٌ وَاحِدٌ فَاسْتَقيمُوا اِلَيْهِ وَاسْتَغْفِرُوهُ وَوَيْلٌ لِلْمُشْرِكينَ

Fussilet / 6. De ki: Ben de ancak sizin gibi bir insanım. Bana ilâhınızın bir tek İlâh olduğu vahy olunuyor. Artık O’na yönelin, O’ndan mağfiret dileyin. Ortak koşanların vay haline!

وَسَْلْ مَنْ اَرْسَلْنَا مِنْ قَبْلِكَ مِنْ رُسُلِنَا اَجَعَلْنَا مِنْ دُونِ الرَّحْمنِ الِهَةً يُعْبَدُونَ

Zuhruf / 45. Senden önce gönderdiğimiz elçilerimize (ümmetlerine) sor! Rahmân’dan başka tapılacak tanrılar (edinin diye) emretmiş miyiz?

فَلِذلِكَ فَادْعُ وَاسْتَقِمْ كَمَا اُمِرْتَ وَلَا تَتَّبِعْ اَهْوَاءَهُمْ وَقُلْ امَنْتُ بِمَا اَنْزَلَ اللّهُ مِنْ كِتَابٍ وَاُمِرْتُ لِاَعْدِلَ بَيْنَكُمْ اَللّهُ رَبُّنَا وَرَبُّكُمْ لَنَا اَعْمَالُنَا وَلَكُمْ اَعْمَالُكُمْ لَا حُجَّةَ بَيْنَنَا وَبَيْنَكُمْ اَللّهُ يَجْمَعُ بَيْنَنَا وَاِلَيْهِ الْمَصيرُ

Şûra / 15. İşte onun için sen (tevhide) dâvet et ve emrolunduğun gibi dosdoğru ol. Onların heveslerine uyma ve de ki: Ben Allah’ın indirdiği Kitab’a inandım ve aranızda adaleti gerçekleştirmekle emrolundum. Allah bizim de Rabbimiz, sizin de Rabbinizdir. Bizim işlediklerimiz bize, sizin işledikleriniz de sizedir. Aramızda tartışılabilecek bir konu yoktur. Allah hepimizi bir araya toplar, dönüş de O’nadır.

HADİSLER…

* Ebû Hüreyre radiya’llâhu anh’den:       Şöyle demiştir: (Bir kere) “Yâ Resûlâ’llâh, Kıyâmet gününde Sen’in şefâatin en ziyâde kime râyegân olacak?” diye sordum. Buyurdu ki: “Yâ Ebâ Hüreyre, hadîs (bellemek) için sende gördüğüm hırsa göre bu hadîsi senden evvel kimsenin bana sormayacağını (zâten) tahmîn ediyordum. Kıyâmet gününde halk içinde şefâatime en ziyâde mazhar olacak kimse kalbinden (yâhud içinden) hâlis olarak Lâ ilâhe illâ’llâh diyendir.”

* Ebû Hüreyre radiya’llâhu anh’den, Resûlullâh salla’llâhu aleyhi ve sellem’in şöyle buyurdu, dediği rivâyet edilmiştir:     Her doğan çocuk muhakkak İslâm fıtratı üzerine doğar. Sonra anasiyle babası onu yehûdî yâhud nâsrânî, yâhud mecûsî yaparlar. Nasıl ki, her hayvanın yavrusu tâmmü’l-a’zâ’ olarak doğar. Hiç o yavrunun burnunda, kulağında eksik, kesik bir şey görülür mü? Sonra Ebû Hüreyre radiya’llâhu anh: [Habîbim! Allâh’ın insanları hakkı idrâk ve kabûle müsâid yarattığı fıtrat-ı asliyyeyi -ki, fıtrat-ı İslâmiyyedir- rehber-i hareket ittihâziyle Allâh’ın yarattığı bu İslâm ve tevhid seciyyesini şirk ile tebdîl etmek muvâfık değildir. Bu İslâm ve tevhid dîni, en doğru bir dindir] meâlindeki nazm-ı şerîfi okumuştur. 

* Müseyyeb İbn-i Hazn radiya’llâhu anhümâ’dan şöyle dediği rivâyet edilmiştir:     Ebû Tâlib’e ölüm (alâmetleri) geldiği sırada ona, Resûlullâh salla’llâhu aleyhi ve sellem geldi. Ve amcasının yanında Ebû Cehl İbn-i Hişâm ile Abdullâh İbn-i Ebî Ümeyye’yi buldu. Resûlullâh salla’llâhu aleyhi ve sellem Ebû Tâlib’e:     – “Ey ammi! (Lâ ilâhe illâ’llâh) de, nezd-i Bârî’de kendisiyle sana şehâdet ve şefâat edebileceğim (bu mübârek) kelimeyi söyle!” buyurdu. Ebû Cehl ve Abdullâh İbn-i Ebî Ümeyye:     – Ey Ebû Tâlib! Abdülmuttalib milletinden yüz mü çevireceksin? diye men’ ettiler. Resûl-i Ekrem amucasına bu kelime-i tevhîdi arza devâm ediyordu. Bu ikisi de mütemâdiyen o sözlerini tekrar eyliyorlardı. Nihâyet Ebû Tâlib bunlara söylediği son söz olarak:     – “O, (yâni ben) Abdülmuttalib milleti üzredir” dedi, ve “Lâ ilâhe illâ’llâh” demekten çekindi. Resûlullâh salla’llâhu aleyhi ve sellem:     – “İyi bil amcacığım! Yemîn ederim ki ben, hakkında mağfiret dilemekten nehy olunmadıkça herhalde Allâhu Teâlâ’dan senin için af ve mağfiret dilerim!” dedi. Bunun üzerine Cenâb-ı Hak:  (âyet-i kerîmesini) inzâl buyurdu. 

* Alî radiya’llâhu anh’in şöyle dediği rivâyet edilmiştir: (Biz bir kere) Bakî-i Garkad (kabristanında) bir cenâzede bulunduk. Nebî salla’llâhu aleyhi ve sellem de yanımıza gelip oturdu, biz de etrâfına oturduk. Resûl-i Ekrem’in elinde bir asâ vardı. O hazret başını eğdi. Asâsiyle yere vurmağa başladı. Sonra buyurdu ki:     – Sizden hiçbir kimse ve nüfûsu mahlûkadan hiçbir nefis yoktur ki, onun (Allâhu Teâlâ tarafından) Cennet’teki ve Cehennem’deki yeri takdîr ve ta’yîn edilmemiş olsun! Onun şakî ve saîd olduğu tesbit olunmamış bulunsun! Bunun üzerine Ashâb-ı Kirâm’dan birisi dedi ki:     – Öyle ise yâ Resûla’llâh! Ameli ve ibâdeti bırakıp Cenâb-ı Hakk’ın takdîrine i’timâd edemez miyiz? Bizden, saâdet ehli (olması mukadder) olan her kişiyi kazâ-yı ilâhî, ehl-i saâdetin (hayır) ameline sevkeder, (kişi Cennet’e nâil olur). Yine bizden ehl-i şakâvetten (olması mukadder) olan her kişiyi de kazâ-yı İlâhî, ehl-i şakâvetin (şer) ameline sevkeder, (bu da Cehennem’e girer). Resûl-i Ekrem salla’llâhu aleyhi ve sellem cevâben:     – Saâdet ehline, saâdet sâhiblerinin (hayır) ameli (sevdirilerek) îfâsı kolaylaştırılır. Ehl-i şakâvete de eşkıyâ zümresinin (şer) işleri (sevdirilerek) îfâsı teshîl edilir, buyurdu. Sonra Resûlullâh salla’llâhu aleyhi ve sellem şu mealdeki âyet-i kerîmeyi okudu:     – O kimse ki Allah hakkını verir, Allah’tan korkar, güzel kelimeyi, (Lâ ilâhe illâ’llâh) Kelime-i Tevhîd’ini tasdîk eder, muhakkak biz o kimseye hayra karşı yüsrü mûcib bir haslet müyesser kılarız. O kimse ki, hakku’llâh’a buhl edip inâyet-i ilâhiyyeden istiğnâ ve güzel kelimeyi tekzîb eder, ona da hayra karşı usrü şiddet-i mûcib bir haslet müyesser kılarız. 

* Ebû Eyyûb (Hâlid İbn-i Zeyd-i Ensârî) radiya’llâhu anh’den şöyle rivâyet edilmiştir: Bir kimse Nebî salla’llâhu aleyhi ve sellem’e:     Yâ Resûla’llâh! (Kendisi ile amel edince) beni Cennet’e koyacak mûteber bir ibâdet haber verseniz, diye bir niyaz ve temennîde bulunmuştu. Mecliste bulunanlardan birisi:     – Buna ne oluyor ki, ne dileği var ki? diye istifsâr etmesi üzerine Nebî salla’llâhu aleyhi ve sellem:     – Bu bir gûnâ hâcet sâhibidir, nesi olacak, buyurup sâile karşı:     – Allâh’ı tevhîd edersin ve Allâh’a ibâdette hiç bir şeyi şerik kılmazsın, namaz kılar, zekât verir, sıla-i rahm edersin, diye cevab verdi. 

* Ebû Mûsâ (el-Eş’arî) radiya’llâhu anh’den, Nebî salla’llâhu aleyhi ve sellem’den naklen şöyle rivâyet edilmiştir:     Müslümanlarla Yehûd ve Nasârâ’nın meseli, (yâni Allâh’a ve Peygamberlerine karşı bunların vaz’iyetlerinin nazîri) bir cemâatin meseli gibidir ki, bu cemâati bir gün geceye kadar kendisine iş işlemek üzere muayyen bir ücretle bir kimse istîcâr etmiştir. Fakat bunlar günün yarısına kadar müste’cîr hisâbına çalışıp sonra:     – Senin bize vermeği şart kıldığın ücrete ihtiyâcımız yoktur, işlediğimiz iş de bâtıldır, (bir ecre muâdil değildir,) demişlerdir. Müste’cîr bunlara:     – Mesâînizi heder etmeyiniz, geri kalan işinizi tamamlayınız da ücretinizi kâmilen alınız! dediyse de bunlar çalışmaktan imtinâ edip terk etmişlerdir. Müste’cîr de bunlardan sonra başkalarını istîcâr edip bunlara:     – Şu gününüzün geri kalan zamânını siz tamamlayınız da şunlara ücret olarak şart kıldığım ecre siz müstehak olunuz! dedi. Bu def’a bunlar çalışmağa başladılar. Tâ ikindi namazı vakti olunca bunlar da:     – Şimdiye kadar işlediğimiz iş bâtıldır, (bir ecre tâbi’ değildir). Bu iş senin olsun ve bu husûsta bize vermeği şart kıldığın ücret de senin olsun, dediler (çalışmadılar). Müste’cîr bunlara da:     – (Öyle yapmayınız!) Geri kalan işinizi tamamlayınız (da ücretinizi alınız!): gündüzden geri kalan az bir şeydir, dediyse de bunlar da çalışmaktan imtinâ ettiler. Müste’cîr bunların bakıye-i eyyâmını ikmâl ve kendisi için çalışmak üzere bir cemâat daha istîcâr etti. Bunlar güneş gurûb edinceye kadar evvelkilerin bakıyesini tamamlıyarak çalıştılar. Ve evvelki iki kâfile amelenin ücretini istikmâl ve istîfâ ettiler. İşte bu da müslümanların ve şu (tevhîd ile nübüvvet-i Muhammediye) nûrunu kabûl edenlerin meselidir

* Ebû Zer(-i Gifârî) radiya’llâhu anh’den şöyle dediği rivâyet edilmiştir:     Ben (bir seferde) Nebî salla’llâhu aleyhi ve sellem ile berâber bulundum. (Avdetde) Resûlullâh onu yâni Cebel-i Uhud’u görünce:    – Benim için Uhud’un altın olmasını, ondan (meselâ) bir dînârın üç günden fazla yanımda beklemesini arzu etmem. (O) bir dînârı (da) ben, yalnız borç (ödemek) için hazırla (mak iste) rim, buyurdu. Sonra Resûlullâh (devâmla):    – (Malca) çok (zengin) ler vardır ki, onlar, (sevabca) çok azdırlar. Meğer ki, onlar mallarını şöyle böyle (nâsa ve vücûhü birre) sarf etmiş olalar. Bu (seciyyede insa) nlarsa her halde azdır, buyurdu. Sonra Resûlullâh bana:     – (Ben yanına gelinceye kadar) yerinde dur! buyurup uzak değil (şöyle yakın) gitti. Bu sırada ben bir ses işittim de Resûlullâh’ın yanına gelmek istedim. Sonra Resûlullâh’ın: ben gelinceye kadar yerinde bekle! buyurduğunu hatırladım (da vaz geçtim). Resûlullâh gelince:     – Yâ Resûla’llâh! O işittiğim (ne idi?); yâhud o işittiğim ses (ne idi?) diye sordum. Resûlullâh:     – Sen de (böyle bir ses) işittin mi? buyurdu. Ben de:     – Evet, dedim. Resûlullâh:    – Yanıma Cebrâil Aleyhi’s-selâm gelmişti de bana o:     – Ümmetinden her kim Allâh’a hiç bir şey’i şerîk koşmayarak (tevhîd akîdesiyle), ölürse, Cennet’e dâhil olur, dediğini hikâye buyurdu. Ben:     – (Yâ Resûla’llâh!) şöyle (zinâ gibi), şöyle (sirkat gibi) bir günâh işlerse de mi? diye sordum. Resûlullâh:     – Evet! diye tasdîk buyurdu. 

* Abdullâh İbn-i Selâm radiya’llâhu anh’den rivâyete göre şöyle demiştir: Nebî salla’llâhu aleyhi ve sellem zamânında bir rü’yâ görmüştüm ve onu Resûlullâh’a arzetmiştim. (Şöyle ki:) rü’yâmda kendimi sanki bir bahçede gördüm -diyerek o bahçenin genişliğini, yeşilliğini zikretti- o bahçenin bir tarafında demir bir direk vardı. Bu direğin alt tarafı yerde, yukarısı gökte idi, yukarısında da tutunacak bir kulp, bir çenber vardı. Bana:     – Haydi bu direğe çık! denildi. Ben:     – Gücüm yetmez! dedim. Bunun üzerine yanıma bir hizmetçi geldi. Ve arkamdan elbîsemi çıkardı. Bunun üzerine direğin tâ tepesine kadar çıktım. Ve kulpu yakaladım. Bana: Halkayı iyi tut, bırakma! diye tenbîh edildi. Bunun üzerine direğin kulpu elimde olarak uyandım, ve bu rü’yâmı Nebî salla’llâhu aleyhi ve sellem’e arzettim. Resûlullâh (ta’bîr ederek):    – Gördüğün bahçe İslâm dînidir. Direk de İslâm dîninin direği (Tevhîd) dir. O kulp da çok sağlam (olan îman) dır. Sen ölünceye kadar İslâm dîni üzerine yaşayacaksın, (Cennetlik olacaksın!) buyurdu. 

* Kinde’li Mikdâd İbn-i Amr’dan rivâyete göre -ki, müşârün-ileyh Mikdâd, Zühre oğullarının andlaşmış dostu idi ve Bedir’de hazır bulunan Ashâb’dandı- şöyle demiştir: Ben bir kere Resûlullâh salla’llâhu aleyhi ve sellem’e:    – Yâ Resûla’llâh! Şöyle bir mes’ele hakkında ne buyurulur? Ben kâfirlerden bir kişi ile karşılaşıp vuruşsam da, o, benim iki elimden birisini kılıciyle vurup koparsa, sonra benden kaçıp bir ağaca ilticâ etse de: Ben Allah için müslümân oldum: (لا اله الا اللّه) dese, ben onu tevhîd kelimesini söyledikten sonra öldürebilir miyim? dedim. Resûlullâh salla’llâhu aleyhi ve sellem:    – Hayır, onu öldürme! buyurdu. Ben:    – Yâ Resûla’llâh: O, benim iki elimden birisini kesti, kopardı da tevhid kelimesini elimi kopardıktan sonra söyledi! dedim. Bunun üzerine Resûlullâh salla’llâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu:    – Sakın onu öldürme! Eğer öldürürsen o, senin onu öldürmezden evvelki vaziyetindedir! (Çünkü müslümân olmuştur; kanı ma’sumdur, taarruzdan mahfuzdur). Sen de, onun söylediği tevhîd kelimesini söylemezden evvelki vaziyetindesin! (Çünkü kanın kısâs ile mubâh olmuştur.)

* Yine Enes İbn-i Mâlik’den gelen bir rivâyet tarîkında deniliyor ki: Ben dördüncü def’a dönüp geleceğim. Ve Allahu Teâlâ’ya o mehâmid-i mübâreke ile hamd ü senâ edip sonra secdeye kapanacağım. Bunun üzerine bana:    – Yâ Muhammed! Başını kaldır ve söyle; sözün dinlenecek, iste, dileğin verilecek. Şefâ’at et, şefâ’atin de kabûl olunacaktır, denilecek. Ben de:    – Yâ Rab! Bana müsâ’ade buyur da Lâ ilâhe illa’llah, diyen bütün ehl-i tevhîd hakkında şefâat edeyim, diye niyâz edeceğim. Bunun üzerine Cenâb-ı Hak:    – İzzetim ve celâlim, kibriyâ ve azametim hakkı için Lâ ilâhe illa’llah, diyen ehl-i tevhîd’in hepsini muhakkak sûrette Cehennem’den çıkaracağım, buyuracaktır.

Sevgini paylaş

Leave a Reply

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir