TEMSİL, HÂL DİLİ

Temsil ve Hâl Dili Ne Demektir?

Temsil ve hâl dili, bir tebliğ insanının düşüncelerini duruşuyla, hâl ve tavırlarıyla anlatması, anlattığı şeyleri önce kendisinin yaşaması ve örnek bir hayat ortaya koymasıdır. İnsanlara hak ve hakikati en güzel anlatma şekillerinden birisi temsildir. İnsan, anlatmaya çalıştığı hususlardan ne kadar istifade edebilmişse onu bizzat hareketleriyle de göstermesi önemli bir esastır. Gerçek yiğitlik temsildir. Kur’ân ve iman hakikatlerini anlatmayı kendisine rehber edinen bir insan, anlattıkları ile çelişik bir hayat yaşamaması gerekir. Olumlu ve müspet davranışların, temsil mevkiinde bulunan insanlar tarafından ortaya konulması, o insanın muhatabına karşı tesirli olması açısından çok önemlidir. Yani bir insan namazı anlatıyorsa öyle bir namaz kılmalı ki, dışarıdan ona bakanlar, “Bu zatın hiç bir şeyi olmasa, sadece şu namazı onun hak çizgide olduğunu gösteriyor” demelidirler. Hatta ona dışarıdan bakan insanlar tam inanmasalar bile onun bu namazının dikkate alınması gerektiğine inanmalıdırlar. Efendimiz’in Temsili, Tebliğinden Önce Geliyordu Peygamber Efendimiz’in hayatına baktığımızda, Efendimiz’in temsilinin tebliğinden bir adım önde olduğunu görüyoruz. O, anlattığı hakikatları öyle temsil ediyordu ki, O’na bakan bir insan, başka hiçbir delile ihtiyaç duymadan Cenâb-ı Hakk’ın varlığına kanaat getirirdi. Hatta çok defa sadece O’nu görmek, O’nun peygamberliğini kabul etmeye yetiyordu. Abdullah b. Revâha, “Eğer O, apaçık mucizelerle gelmiş olmasaydı, sadece O’nu görmek, O’na inanmaya yeterli sayılırdı.” derken bu hakikati ne güzel dile getirir. O’nun hâl dili öyle etkileyici idi ki Abdullah b. Selâm gibi bir Yahudi âlimi, sadece bir kere O’nu görmekle: “Bu simada yalan yok, bu simanın sahibi ancak Resûlullah olabilir.” diyerek iman etmişti. Demek ki, O’nu görmek, kabul etmek için yetiyordu. Hayatını başkalarına bir şeyler anlatmaya adayan insanlar, bu türlü kabullenmenin ne kadar zor olduğunu herkesten daha iyi anlarlar. Zira bunlardan çoğu bir ömür boyu didinir durur da iki elin parmak sayısı kadar insana bir şey anlatamaz veya kendini onlara kabul ettirip, ruh dünyalarına

giremez. Hâlbuki bir de Allah Resûlü’ne bakalım. Şu anda bir milyara yakın insanın gönüllerine taht kurmuş ikinci bir insan göstermek mümkün müdür? Günde beş defa, bütün cihanı çınlatacak bir coşkuyla ismi minarelerden söylenen başka bir kimse var mıdır? Öyleyse insanlık O’nu seviyor ve günde birkaç defa O’na bağlılığını ilan ediyor. Her şeye rağmen Hz. Muhammed Aleyhisselâm, gönüllere taht kurmaya devam ediyor. Zira O, başkalarına dediklerini ilk olarak kendi

nefsinde yaşamış ve her zaman dediklerinin canlı bir misali olmuştur. Onun için de her sözü kitlelere tesir etmiş, söyledikleri sinelerde kabul görmüştür.

O, insanları Allah’a kulluğa davet ederken en güzel kulluğu kendisi temsil ediyor, ayakları şişinceye kadar namaz kılıyordu. Bir gün kendisine, gelmiş ve geçmiş bütün günahlarının affolduğu hatırlatılıp “Kendini niçin bu kadar zahmete sokuyorsun?” dendiğinde “Rabbime şükreden bir kul olmayayım mı?” cevabını veriyordu. O, isteseydi krallar gibi yer, içer ve yaşardı. Zaten böyle bir hayat O’na daha Mekke’de iken teklif de edilmişti. Ancak O, dini uğruna, çileli bir hayatı, rahat bir hayata tercih etmişti. O’nun, bu sade yaşayışıydı ki, kitleleri kendisine yönlendiriyordu. O’nun halifelerinden Hz. Ömer de esasen çok sade bir hayat yaşıyordu; ancak Allah Resûlü’nün yaşantısı, O’nun dahi gözlerini yaşartıyordu. Bir gün Allah Resûlü, “Ömer niçin ağlıyorsun?” soruyor, Hz. Ömer, “Yâ Resûlallah, şu anda krallar, kuş tüyü yataklarda yatarken, sen hasır üzerinde yatıyorsun ve üzerinde yattığın hasır teninde izler bırakıyor; hâlbuki sen, Resûlullah’sın. Rahat bir hayata herkesten daha çok lâyıksın!” cevabını verince

Allah Resûlü, Hz. Ömer’e şunları söylüyordu: “Razı değil misin yâ Ömer, dünya onların olsun, ahiret bizim?” O, kendi şahsî yaşantısında, sadelerden sade bir hayat yaşıyordu. Daha doğrusu O, yaşamıyor, yaşatıyordu. Zaten O’nun, bütün ruhlara girip, gönüllerde taht kurmasının

sırrı da bu şekilde bir temsil keyfiyetinden değil miydi? Tebliğ vazifesini iş edinenlerin, Allah Resûlü’nün

bu tavır ve hareketlerinden alacakları çok dersler vardır. Gönüllere girmenin, başkalarına tesirli olmanın ve kalblere taht kurmanın tek şartı, Allah Resûlü’nün yaptığı gibi, söylenen her şeyi, evvelâ söyleyenin kendisinin yaşamış olmasıdır.

Sevgini paylaş

Leave a Reply

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir