İrşad, Tebliğ ve Din’e Hizmetle Canlı Kalmanın Yolu

Bu mevzuda belli bir silsile takip etmeden, sadece bir hulâsa verilecektir.

1. Allah (celle celâluhu), irşad ve tebliğde bulunmayı emreder

Her şeyden önce, bizi yoktan yaratıp hadsiz nimetlerle perverde eden Yüce Rabbimiz, irşad ve tebliğ vazifesini devamlı canlı tutup yaşatmamızı emretmektedir:

“Sizden hayra çağıran, iyiliği emredip kötülükten men eden bir cemaat olsun!”[1]

“Siz insanlar için çıkarılmış en hayırlı bir ümmet oldunuz; iyiliği emreder, kötülükten men edersiniz ve Allah’a inanırsınız”[2]

“Sizi seçkin ve şerefli bir ümmet kıldık ki, bütün insanlar üzerinde adalet örneği ve Hak şahitleri olasınız.”[3]

“Ey iman edenler, size can yakıcı azaptan kurtaracak bir ticaret göstereyim mi? Allah ve Resûlü’ne inanır, mallarınız ve canlarınızla da Allah yolunda cihad edersiniz. Eğer bilirseniz, bu sizin için daha hayırlıdır.”[4]

“Ey iman edenler! Sizden kim dininden dönerse, Allah öyle bir cemaat getirir ki, Allah onları sever, onlar da Allah’ı severler; mü’minlere karşı mütevazi, kâfirlere karşı ise çetindirler. Allah yolunda mücahede ederler ve kınayanların kınamalarından da çekinmezler.”[5]

2. Dine hizmetten daha büyük vazife yoktur

Yeryüzünde irşad, tebliğ, cihad ve dine hizmetten daha büyük bir vazife yoktur; olmuş olsaydı, Allah, seçip gönderdiği peygamberlerine o vazifeyi yüklerdi. İrşad, güneş gibi doğup insanlığı aydınlatma, Allah’ı tanıtma ve insanları saflaştırıp özlerine erdirme mânâ ve hususiyetiyle nebiler için en yüce pâye ve Allah indinde en nezih bir meslek ve vazifedir ve Hz. Âdem’den beri bu davete icabetle aynı vazifeye sahip çıkan herkes, bu noktada nebilere iştirak etmiş ve onlarla aynı sofrada oturmuş olur. Her iş, kendi çapı, ehemmiyeti ve ağırlığı nispetinde seviye sahibi insanlara gördürülür; işte i’lâ-yı kelimetullah, kendi üstünde bir vazife olmadığı içindir ki, öncelikle nebilerle temsil edilmiştir.

3. İrşad ve tebliğ şeâirdendir; yani, İslâm’ın emaresi, alâmeti ve nişanıdır

Nasıl bir subay, apoletindeki bir yıldız ve benzeri işaretlerle tanınır, öyle de ’emr-i bi’l-mâruf nehy-i ani’l-münker’ de, tıpkı ezan, cemaat, hac ve emsali İslâmî şeâir gibi, müslümanın rütbesini ortaya koyan en mühim İslâmî emare ve işaretlerdendir. İçinde umuma ait hukukun bulunduğu bu tür vazifeler, mesuliyet açısından değilse de, sevap açısından şahsî farzlardan daha ilerdedir.

4. Bu vazifeyi terk edenler, zelil ve helâk olmuşlardır

Allah, bu vazifeyi terk edip, sefahet ve dalâlete saplanan milletleri zelil ve helâk etmiştir; ilâhî bir kanundur bu.[6] İşte Bizans, Pompei ve işte Yunan ve Endülüs..! Sahih-i Müslim’de yer alan bir hadislerinde Efendimiz, “Bir kimse hayatında din-iman adına hiçbir gayret göstermeden ve mücahedede bulunmadan ölürse bir nifak şaibesi altında ölmüş gibidir.”[7] buyurur. Şu veya bu şekilde maddî-mânevî yahut dünyevî bir zarar endişesiyle bu nebi vazifesini terk edenler, sineğin ısırmasından kaçıp yılanın ağzına girmiş sayılırlar.

5. İrşad ve tebliğ, farzlar ötesi farz mesabesindedir

Bu vazife her ne kadar ‘müeyyidat’tan sayılmışsa da, günümüzde kazandığı farzlar ötesi farz keyfiyetiyle, her mü’mine terettüp etmektedir. Bu vazife yapılmadığı takdirde, işlemeyen çok şeylerle beraber şahsî farzlar da terke uğrar. Bu mübarek vazife, farz-ı kifaye olduğu dönemlerde bile, herkesin müsabaka yaparcasına uğrunda koştuğu bir farz-ı kifaye idi.

6. Dine hizmet, belli şahıs ve zümrelerin inhisarına bırakılamaz

Bu vazife, belli şahıs veya zümrelerin inhisarına bırakılamaz. Nasıl olsa sahip çıkanlar var deyip, bu vazifeyi üzerinden atmaya çalışan bir mü’minin kalbinin iman ve Kur’ân adına atıp atmadığından şüphe edilir…

7. Gaye, Allah’ın (celle celâluhu) rızasını kazanmaktır

En birinci hedef ve gayemiz, başka hiçbir şey değil, sadece ve sadece Allah ve Resûlü’nün anlatılması, sevdirilmesi ve davranışımızda Allah’ın rızası ve hoşnutluğunun aranmasıdır. Buna ihlâs ve samimiyet de diyebiliriz. Allah rızası gözetilmeden yapılan irşad ve tebliğ, ruhsuz ceset gibidir. İç derinliğimiz, murâkabemiz ve Rabbimizle kavî bir münasebetimiz yoksa zaten müessir de olamayız. Evet, Allah rızası istikametinde “Rabbimi ve Nebisini anlatıp, sevdiremeyeceksem, benim için toprağın altı üstünden daha iyidir.”

8. Bu vazifede temel şart, dertli ve sancılı olmaktır

Evet, dertliler dertlisi Peygamberimiz ve O’nun sahabesi gibi çile ve ızdırap çekmiyor; bir iş, bir ticaret, bir makam adına katlandığımız sıkıntılar kadar olsun o uğurda bir sıkıntıya katlanmıyor, katlanamıyor ve “Kime, nerede, nasıl Rabbimi anlatabilirim?” düşüncesiyle sancı çekmiyor, hafakanlara girmiyor; yerinde evimizin yolunu şaşıracak kadar o işin mecnunu olamıyorsak, bu takdirde zaten müessir olmamız imkânsızdır.

9. Bu vazifenin bir diğer esası, hâl ve kâl vahdeti, yani söz ve amel birliğidir

Söylediğimizi yaşayacak, yaşadığımızı söyleyeceğiz. Her şeyden önce, Cenâb-ı Hakk’ın emirlerini nefsimizde en yüksek seviyede temsile çalışmamız şarttır.. evet, hayatımızda ışıl ışıl Kur’ân parlamalı ve anlatacaklarımız da, yaşadıklarımıza tercüman olmalıdır. Nuranî olmalıyız; olmalıyız ki, başkasını da aydınlatabilelim. Sadece ilim yapmak, fişlemek veya kitaplardan aktarma yaparak yeni kitaplar meydana getirmek değil; kitaplarda yazılanları hareketlerimize aktarma ve yaşamakla ilim yapıp, kitap yazmalıyız. Başkalarının menkıbe ve destanlarını anlatmak yerine, kendimiz gökler ötesi âlemlerde menkıbe ve destanlara mevzu olmalıyız. Yoksa miraçta müşâhede edildiği üzere, dudaklar ateşten makaslarla doğranır, bedenler bir kütük gibi Cehennem’e yuvarlanır ve yığınların maskarası oluruz…

10. En yüksek ideal, bütün gönüllere Allah’ın (celle celâluhu) ve Resûlü’nün (sallallâhu aleyhi ve sellem) ismini ulaştırmaktır

Bu vazifeyi yapmaktaki en büyük ideal, arzdan fezalara, serâdan süreyyâya Allah’ın ve O’nun Nebi’sinin mübarek isminin ulaşmadığı bir gönül bırakmamaktır: “Böylece sizi seçkin ve şerefli bir ümmet kıldık ki, bütün insanlar üzerinde adalet örneği ve Hakk’ın şahitleri olasınız.”[8] âyetinde de belirtildiği gibi yeryüzünün hâkimi, hakemi, muvazene ve denge unsuru, beynelmilel meselelerde nihaî merci, mazlumların, mağdurların hâmisi ve İslâm dünyasının mâkus kaderini değiştirme sorumluluğunu yüklenmiş mefkûre topluluğu olan bu kudsîler, ikinci defa dünyayı ihya edip, semaya merdiven dayayacak ve göklerin burç ve kehkeşanlarında da Allah’ın yüce adını anlatmaya çalışacaklardır.

11. Çok buudlu olan bu cihad, her hâlin gereğine göre yerine getirilmelidir

Vazifemizin adı cihaddır. Cihad, çok buudlu bir mefhumdur. Kılıç, ölünceye kadar sürecek bir cehd ve gayretler zincirinin halkalarından sadece biri olup, -bir ülkenin işgal edilmesi gibi- yeri ve zamanı gelmeden kullanılmaz. Yeri geldiğinde onu kullanacak bileğin damarları gönülden beslenir; yeri geldiğinde mantıkla başlar üzerinde helezonlar çizer; yeri geldiğinde de gönül ve his buğuları içinde silinir gider. Cihad, hadisin beyanıyla ‘büyük’ ve ‘küçük’ olmak üzere ikiye ayrılır;[9] bunların biri maddî ve dışa doğru, diğeri mânevî ve içe doğrudur. Biri, içte muhasebeyle ağlayan göz, diğeri dışta düşmanı gözetleyen murakıp göz. Biri nefse, diğeri cemiyete, biri içte öze erme fethine, diğeri dışta gerilime geçip, gönüllerin ve icap ettiğinde kalelerin ve surların fethine müteveccih.[10]

Esasen, her iki yüzde de öze erme-erdirme, temizlenme ve saflaşma vardır. Sudaki daireler daima merkezden dışa yayıldığı gibi, bu hususta da her şey gönülden başlar ve bütün varlığa yayılır. Bu demektir ki, dış içe muhtaç, iç de dışa bereketli bir kaynaktır ve bu iki cihad şekli âdeta birer kanat gibidir, birinde arıza oldu mu, diğeri de fazla işe yaramaz ve insan uzun zaman insanî semalarda kalamayıp düşer…

Şimdilerde, cihad deyince vurup kırma ve etrafa korku salma anlaşılıyor.. ruh ve kalb hayatı, iç derinlik ve Allah’la münasebet kat’iyen düşünülmüyor. Benlik aşılamamış, gönül dünyası aydınlatılmamış ve ibadet ü taat aşkı ve günahlara karşı tiksinti duyma hissi uyarılamamışsa, namazlar aksatıldığı ve günahlara girildiği zaman yemeden içmeden iştiha kesilmiyorsa, yani içe doğru inme, erme, olgunlaşma ihmal edilmişse.. ve bu arada diyalektik, münazara, münakaşa, tenkit, başkalarını çürütme ve üstün gelme gibi şeylere takılıp kalınmışsa, o zaman bünyenin bir yanı felç, biz de aldanmışız demektir.

Diğer taraftan, sadece nefis terbiyesi, gönül lezzeti, zikir ve tesbih deyip, irşad adına gönülleri erdirme yolunda hiçbir gayret gösterilmiyor ve mistikçe bir bakış zaviyesiyle toplumdan uzaklaşılıp içtimaî müesseseler kaderine terk ediliyorsa, o zaman da bünyenin öbür yanı felç olmuş ve bütün bütün devre dışı kalmış sayılır…

Her sahada olduğu gibi, bu sahada da muvazeneyi Muvazene Sultanı’ndan öğrenmeli ve bu gayeyle Mekke ve Medine dönemleri çok iyi mütalâa edilip, çok iyi anlaşılmalıdır.

Evet, cihad çok şümullü ve çeşit çeşittir; birisini vasıtaya bindirip imana, ibadete ısındırmak için sohbete getirmekten, malla bu işi yapanlara destek olmaya kadar; Mehmetçiğe top, tüfek almaktan, talebeye burs vermeye kadar; üniversiteye hazırlık kurslarından mektepler açmaya kadar çok geniş dairede ve değişik usullerle gerçekleştirilebilir.. yani her hâlin gereğine göre ayrı bir cihad şekli vardır. Yerinde yazıyla, yerinde dille, yerinde arabayla, yerinde malla ve yerinde hâlle…

12. Devrimizde en ehemmiyetli mesele, imanın kurtulmasıdır

Devrimizde en ehemmiyetli mesele, imanın kurtarılması, kalbin salâhının temin edilmesi, mâşerî vicdanın imanla beslenip açlığının giderilmesi, gönüllerin itminana ulaştırılması ve nesillerin ateşten kurtarılmasıdır. Bir kere de kalbler salâha erdi mi, artık salih ellerde çok müesseseler ıslah edilip, emniyetin, güvenin ve itminanın kaynağı hâline gelecektir.

İman esaslarının ihmale uğradığı, dolayısıyla da kalblerin aç olduğu bir devirde, ilk önce bu hayatî mesele üzerinde durulmalıdır.. nasıl aç insana önce baklava değil de, en muhtaç olduğu temel gıdalar, meselâ su ve ekmek verilir, öyle de her şeyden önce aç gönüllere, ruhları güçlendirip kalbleri kanatlandıracak Allah’a (celle celâluhu), Peygamber’e (sallallâhu aleyhi ve sellem) ve ahirete iman ve Allah ve Peygamber sevgisi aşılanmalıdır. Esasen, bunlardan mahrum olan insanın ukbâsı gibi dünyası da karanlıktır. Huzur imandadır; öyleyse, insanımıza ve bilhassa gençlerimize huzur ve emniyet götürmeyi düşünüyorsak, onların gönüllerini imanla donatmalı ve bu gönülleri muhabbet-i ilâhiye ve zevk-i ruhaniyeye uyarmalıyız.

13. Devrimizin şartlarında irşad, tebliğ ve mücadele vasıtası ilimdir

Bir kaç asırdır kâfirin elinde Allah’ı inkâr vesilesi olarak bir silah gibi kullanılan fenleri dinî ilimlerle mezcedip, devrin mantık, kültür ve düşünce seviyesi içinde takdim etmek esastır.

Büyük İmam Gazzâlî, bir devirde o devrin gerektirdiği mücadeleyi veriyor, Müslümanlığı saran Eflâtunculuk, Aristoculuk ve Sokratizm’e karşı felsefenin sakat taraflarını ortaya koyan eserler telif ediyor, Yunan düşüncesini temelden sarsıyor, daha sonra da İhya’sını telif edip, mü’min gönüllere Muhammedî ruhu üflüyordu.

İmam Rabbânî, Hindistan’da zuhur ettiğinde, bütün dinleri birleştirme gibi Hint felsefesinin tesiriyle ortaya çıkmış bir sürü cereyanla karşı karşıya kalıyor ve bir taraftan bu bâtıl akımlarla mücadele ederken, diğer yandan da bu cereyanların bir kısmının temsilcisi bulunan Ali Ekber Şah’ın oğlu Âlemgir’e el atıyor ve Budaların, Brahmanların ülkesinde yıllar ve yıllar boyu Müslümanlığın sesi ve soluğu hâline geliyordu.

Tâbiîn devrine baktığımız zaman, derin bir zühd ve takva hareketi görürüz: Ebû Hanife, Esved, Alkame, Süfyan-ı Sevrî, İbrahim Edhem ve Bişr-i Hafî gibi derinleştikçe derinleşenlerin devridir bu devir. Sonra bir dönem gelir, o dönemde tarikatler uf’ûlelerini (fonksiyonlarını) eda eder ve gönüllere sonsuzdan meşaleler yakar ve yığınlarda ebediyet düşüncesi mayalar.

Bizim devrimizde ise manzara cidden korkunçtur. İmanda tahkik bağları çözülmüş, gelişen ilimler küfre götüren birer yol hâline gelmiş; fizik, kimya, tıp, biyoloji vb. inkâra vesile yapılmış ve âdeta Allah’ın kudret ve iradesiyle yazdığı kâinat kitabı, Kelâm’ından gelen şeriatıyla zıt gösterilmeye çalışılmış ve bütün hakikatler ters gösterilmiştir. Böyle bir devirde verilen mücadele de, pek tabiî ki günümüzdeki yanlışlıkları giderici ve günümüzün dertlerine derman olucu evsafta olmalıydı.. ve öyle de oldu.

Demek ki, devrimiz ne Fatih ve Yavuz devri, ne kılıç ve top devri, ne de gönülleri sadece aşk ve ilhamla coşturma devridir. Devrimiz, müsbet ilmin yanında ilham, onun yanında da fikir ve kültür devridir. İnsanımız, ancak dört-beş buudlu melekler gibi, bu derinliklerin bütününü temsil edebildiği ölçüde çağını yakalayacak, onunla hesaplaşacak, ona söz dinletecek ve bu sayede de elenip gitmeyecektir. Yani, düşünce kadar ilhama, ilham kadar tecrübeye, tecrübe kadar aşka, heyecana, aşk u heyecan kadar da sisteme önem verecek, esbap dairesi içinde Müsebbibü’l-Esbab’la münasebeti açısından bütün falsolara ve fiyaskolara kapalı kalmasını bilecektir.

Milletimiz, Allah’ın inayetiyle bunu başaracaktır. Zira din ve iman bakımından dünyada hiçbir millette bulunmayan zengin, dolgun bir tarihî mirasımız ve kantarlarda tartılamayacak kadar ağır, kıymetli bir kültür hazinemiz vardır. Bu durumda, neden her ev bir dersane olmasın? Evet, hem okuyacağız, hem okutacağız; bütün memleket sathını bir mektep hâline getirip, yediden yetmişe herkesi bu mektebin müdavim talebeleri yapacak ve kopan tarihî bağlarımızı belli bir şuurla birleştireceğiz.

14. Cehalet denen yüzkarasından mutlaka kurtulmalıyız

“Oku”[11] emriyle nazil olmaya başlayan Kur’ân, sık sık temas ettiğimiz gibi, bizden kâinat kitabının ve ayrıca bir kitap gibi insanın okunmasını ve bu kitapların okunmasında bize rehberlik yapan Hz. Muhammed’in (aleyhissalâtü vesselâm) de tanınmasını ister. İnsanın yaratılışındaki gaye budur. Bakacak, görecek, düşünecek, her gün beynine yeni yeni şeyler yükleyecek ve hep farklı iklimlerde seyahat edecektir o; çünkü budur ulaşması gereken ufuk. Bu ufka ulaşmanın yolu da, dinî ilimlerle müsbet fenlerin izdivacından geçer.

Bu itibarla her mü’min, hem dinî, hem de müsbet ilimleri okuyup araştırmalı ve mutlaka ilimle ve irfanla mücehhez olmalıdır. İş yerinde, evde, dükkânda, yemekte, durakta, arabada ve yolda mutlaka okumalı, düşünmeli ve zamanın en küçük parçasını bile israf etmemelidir. Zira boş bir insanın diğer insanlara verebileceği hiçbir şey yoktur. Fizik, kimya, astronomi, tıp ve botanik gibi ilimlerin en azından felsefesine, mantık ve düşünce temellerine ve ansiklopedik olarak fezlekelerine vâkıf değilsek, keza, hiç olmazsa aynı seviyede dinî ilimlere de ittılaımız yoksa bu takdirde başkalarına bir şey anlatıp onları ikna etmek bir yana, dalâlet rüzgârlarına kapılıp gitmemiz bile mukadder olacaktır.

O hâlde, topyekün bir millet olarak kendimize gelmeli, bir seferberlik başlatmalı ve “cehalet denilen yüz karasından” kurtulmalıyız. Hemen burada şu noktayı da açıklığa kavuşturmakta yarar var: İlim, her şeyden önce kişinin kendisini ve Rabbini bilmesi demektir. Evet, gönül her zaman kafadan ilerde ve pratik hayat da laftan önde olmalıdır. Yoksa hâmil-i esfâr‘da[12] ilim sadece bir yüktür.

15. Günümüz dertlerine deva olan kitaplar okunmalıdır

İlim deyince karşımıza okuma, okuma deyince de neyi nasıl okuma problemleri çıkıyor. Her şeyden önce okunması hayatiyet ifade eden mevzular vardır. Kalbinden hasta olan ya da kansere yakalanmış bir insanın tedavisinde kırık kolun alçıya alınması ya da damarlarından kan kaybeden hastaya penisilin tatbiki veyahut batmakta olan bir gemi kaptanının, tayfaların ellerine birer fırça ve boya tutuşturup, “Şu direkleri boyayın.” demesi ne ise, kalbî ve ruhî hayatı adına kan kaybeden birinin, mide ve bağırsaklarıyla uğraşılması da aynı şeydir.

Evet, bir toplumda Allah ve Resûlü, Kur’ân ve İslâm bilinmiyor, düşünce hayatında şüpheler, tereddütler cirit atıyorsa, o zaman kalkıp o topluma içtimaî, iktisadî, siyasî doktrin ve prensipler ihtiva eden kitapları tavsiye etmemiz bir işe yaramayacak ve zihin ve ruhlardaki hiçbir problemi çözemeyecektir. Felsefî ve benzeri eserler okuyarak ya da sadece günlük gazete malumatı, aktüel meselelerin yorumları veya eskilerin menkıbeleriyle, kafalarında ilim ve fikir adına pek çok tereddüt taşıyan insanların karşısına çıkmak, ağızdan dolma tüfekle makinalı tüfeğe karşı koymak gibidir. O hâlde, evveliyetle günümüzün dertlerine, neslimizin kalb ve vicdan hastalıklarına ve düşünce bozukluklarına derman olacak kitaplar okunmalıdır.

16. Kendi meselelerimizi peynir-ekmek yeme kolaylığı içinde bilmek ve rahatça anlatabilecek hâle gelmek mecburiyetindeyiz

Kendi meselelerimizi ilimler yoluyla iyiden iyiye kavrayıp hazmederek, tıpkı bir koyunun yavrusuna süt verdiği gibi, biz de muhataplarımıza öyle hazmolmuş şeyler vermeliyiz; kuşlar gibi kusmuk verenlerden olmamalıyız.

Günümüzde okuyan, bilen ve düşünen insanlara karşı en müessir yol iknadır. Bu insanların kalblerine ihlâs, şefkat ve muhabbet tayflarımızı göndermenin yanı sıra, akıl, fikir ve mantıklarını da ikna ile onları müsbet mânâda doyurup, ruhlarına misafir olmalıyız.

Bizim bütün meselelerimiz, akıl ve mantık muhakemesinde hep beraat etmiştir. Belki, burada hepsi için ‘aklî’ tabirini kullanmamız uygun olmayabilir ama yine de hepsi mâkuldür, mantıkîdir ve vahiy ile müeyyeddir. Peşin hüküm, şartlanmışlık, kibir ve gurur gibi perdelere takılıp kalmamışlar için düşünceyi besleyen musluklardır ve fikrî terkiplere ulaşma kabiliyetlerini inkişaf ettirir. Öyleyse hakları, beraatin de ötesinde madalyadır!

17. Dine hizmet edenler, devrin şartlarını bilmeli ve topluma sırt çevirmemelidirler

Bu vazifeyi yapanlar, devrin içtimaî şartlarını bilmeli ve hâlihazır dünyanın durumunu da mutlaka kavramış olmalıdırlar. Evet, bunlar, içinde yaşadıkları toplumun gerisinde kalmamalı, ehl-i dalâletin gündemine tâbi olmamalı ve yel gibi esip geçen, günlük, istikrarsız hâdiselerin tesirinde kalarak esas ve sabit vazifelerini ihmal etmemelidirler.

18. İrşad ve tebliğ, cihad ve mücadele, ancak Efendimiz’in takip ettiği strateji bilinmekle isabetli ve tesirli olur

Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) takip ettiği stratejinin bilinmesi için Mekke ve Medine dönemleri bütün yönleriyle çok iyi kavranmalıdır. Efendimiz’in ashabıyla beraber olan hayat-ı seniyyeleri, kıyamete kadar cereyan edecek bütün hâdiselerin mikro plânda yaşanması ve temsil edilmesi demektir.

13 yıllık Mekke döneminde Allah Resûlü, bütün himmetini insanların imanlarını kurtarmaya, Cennet’e giden yolu göstermeye ve kalbleri hazırlamaya sarfetti. İman adına sağlam temellerin atılıp, kalb ve kafa tamirinin yapıldığı bu dönemde henüz tam mânâsıyla teşekkül etmiş bir cemaat yoktu; zekât, oruç ve hac, Mekke döneminde daha farz kılınmamıştı; hatta, iman ile küfür arasında önemli bir esas ve dinin direği, mü’minin miracı olan namaz, 23 yıllık risaletin üçte biri geçtikten sonra bi’setin 8. yılında farz kılınmıştı. İlk Müslümanlar, 5-6 kişilik guruplar hâlinde Dârü’l-Erkam’da bir araya geliyor ve her işlerinde fevkalâde tedbirli davranıyorlardı.

Ebû Zer gibi, müşriklerin ortasında ‘Lâ ilâhe illallah’ diye haykıranların dövüldüğü bu zamanda, Efendimiz, onlara hep sabırla beklemelerini emrediyordu. Medine döneminde ise, iktisat ve içtimaiyata, hukuk ve muharebelere ait meselelerin gündeme geldiğini ve bir site devletin kurulma çalışmalarının başladığını görüyoruz. Bütün peygamberler için değişmeyen bu kanun, başka hiçbir devirde de değişmeyecektir.

19. Son nefesimize kadar ihlâsla anlatmak bizden, neticeyi hâsıl etmek ve hidayet ise Allah’tandır

Bize düşen vazife, ancak tebliğdir.[13] Hatırlatır, nasihat eder, fakat zorlamayız[14]; sevdiğimizi bile, ne kadar yürekten istersek isteyelim hidayet edemez[15]; ve sadece Cenâb-ı Hakk’ın lütfuyla hidayetlerine vesile olabiliriz[16]; Allah’a karşı da suiedep olacağından, iş ve hizmetlerimizi neticeye bina etmeyiz.

Öyle peygamberler gelip geçmiştir ki, ömürleri boyunca ısrarla Hakk’ı anlatmalarına ve tebliğde bulunmalarına rağmen, sadece bir-iki kişi ümmetleri olmuştur.[17] Bunun gibi, biz de ömür boyu anlatsak, ama kimse hüsnü kabul göstermese, biz yine vazifemizi yapmış oluruz. Şu kadar ki, “Acaba ihlâssızlığımızdan mı böyle oluyor; içimizde bir bozukluk mu var?” diye kendimizi hesaba çekmekten de geri kalmayız. Bir de, “Acaba teknik bir hata mı ettik?” diye düşünür, varsa düzeltmeye çalışırız. Yoksa “Ben bir şey anlatır anlatmaz hemen insanlar gelecek.” şeklinde düşünmek ihlâssızlıktan başka bir şey değildir. İhlâsla kalbin ta derinliklerinden uzay boşluğuna bırakılan herhangi bir söz, bir de bakarsınız hiç ummadığınız bir anda binler-yüzbinler filiz vermiştir.

20. Lugatımızda kırılma, darılma ve ümitsizliğe düşme yoktur

Yukarıda sözünü ettiğimiz hakikate binaen kırılma, darılma ve ümitsizliğe düşmenin lugatımızda yeri yoktur. Kabul görmeyip, Efendimiz ve ashabı gibi eziyetler de çeksek, yine işkencelere katlanacak, yüzümüze karşı savrulan tahkirleri gülerek karşılayacak ve şevkle vazifemize devam edeceğiz; tıpkı ulü’l-azmâne mücadele veren asfiyâ gibi…

21. Vazifemizde istişare esas olup, münferit hareketin yeri yoktur

Hata yapmama veya onu asgariye indirmenin en önemli vesilelerinden biri de, istişare ve başkalarının düşüncesine değer atfetmektir. “Ben bana yeterim; insanlar çevremde toplanabilirler.” şeklindeki düşünceler, hem kendimize, hem de çevremize zarar veren düşüncelerdir. Ayrıca, bizim yıllarca en güzel sözlerle anlatmaya çalıştığımız şeyleri, bakarsınız ehil olan bir arkadaşımız bir sözle anlatıverir.

Bundan başka, irşad insanları kimseden bir şey beklememeli; hizmette önde, ücrette sonda olmalı, ev-bark düşünmeden “Bana bir kefen yeter.” demeli; son derece kanaatkâr, son derece cömert olmalı ve hele kat’iyen makam, mansıp peşinde koşmamalıdırlar. Ücret istememe,[18] hatta talepsiz gelenden dahi kaçma, insanlardan gelecek iyiliklere karşı müstağni olma ve minnet altına girmeme, peygamber mesleğinin gereklerindendir.

Nasılsak öyle kalmak, dünyanın değiştiriciliğine karşı koymak, maddî kayıtlardan âzâde ve sonuna kadar hasbî kalabilmek de aynı derecede mühimdir. Ehl-i dünyanın “cerci, çıkarcı” ithamlarını fiilen tekzip etme yolunda icabında kût‑u lâyemût ile yetinip, evsiz barksız yaşamak, gariplerden bir garip olarak buradan çekip gitmek, -ülke hizmetine ehil bir tâlibin bulunmadığı yerde Hz. Yusuf gibi tâlip olmanın dışında[19]– beş-on insana hak ve hakikati anlatmayı dünyevî-uhrevî bütün mansıp ve pâyelere tercih etmek, eğer varlık sahibiysek, bunu da civanmertçe ve tıpkı Nebiler Sultanı ve O’nun has yârânları Hz. Ebû Bekir, Hz. Osman, Hz. Hatice gibi, kalb ve kafası doyurulmamış nesli ihya yolunda harcayıp, yapılan her şeyi unutmak da, bu vazifenin aslî gereklerindendir.

22. Şefkat, merhamet, muhabbet ve müsamahada hep önde bulunulmalıdır

Bu vazifeyi yaparken son derece şefkatli, merhametli, yumuşak ve müsamahalı olmak lâzımdır. Bilhassa asrımızda, elinden tutulmaya, anlatılacak şeyleri tatlı tatlı anlatıp, düşündürülmeye ve hidayete erdirilmeye muhtaç yığınla insan vardır. Çoğunluğu itibarıyla mevcut şartların bağrında beslenen garip varlıklar görünümündeki bir nesle sert davranmak, “Kaldığın yerde kal!” demekle eş mânâlıdır.

Kur’ân-ı Kerim’de Hz. Musa’ya, Firavun karşısında bile yumuşak sözlü olması emredilir.[20] Efendimiz’e de, hem de Uhud Savaşı’nın ardından inen âyette, “Allah’ın rahmeti sebebiyledir ki, Sen onlara yumuşak davrandın. Eğer kaba, katı yürekli olsaydın etrafından dağılır giderlerdi.”[21] buyrulmaktadır. İnsanları irşadın bahis mevzuu olduğu pek çok yerde Kur’ân’ın üslûbu hep aynıdır.

Efendimiz bir yerde, “Müjdeleyin, nefret ettirmeyin; kolaylaştırın, zorlaştırmayın.”[22]; bir başka yerde de, “Ben insanları idare etmekle emrolundum.”[23] buyurmaktadır. Mü’mine ve kazanılmaya müsait olanlara mülayim, müsamahalı ve mürüvvetkârâne davranmak, kâfire ve katı kişilere mantıkî ve insanca yaklaşıp, idare etmeyi bilmek çok mühimdir.

Her hâlükârda gözetilecek husus, mutlaka herkese hak ve hakikati intikal ettirilebilecek bir menfez ve açık pencerenin bulundurulmasıdır. Bütün dinî hakikatleri, karşımıza çıkan şahsın yüzüne ağızdan dolma tüfek gibi birden sayıp dökmeden önce muhatabımızı dinleyip, iç durumunu tespit ettikten sonra muhtaç olduğu şeyleri vicdan ve ruhunun aradığı bir üslûpla anlatmak icabeder ki, celbedelim derken kaçırmış olmayalım. Bu bir taviz de değildir. Burada namazın, Efendimiz’in risaletinin 8. yılında farz kılındığını bir defa daha hatırlamalıyız.

Evet, çocuğun yaşına göre mama vermek, yaşına göre ders anlatmak şart olduğu gibi, bu mevzuda da önce boş kalbin doyurulup tatmin edilmesi esastır. Yoksa inançsız biri için “Her şeyi kabul etsin de gelsin.” diyemiyeceğimiz gibi, “Namaz kılmasan olur.” da diyemeyiz. Düşüncesinden dolayı şahsen münasebet caiz olmayan kâfire karşı kalben buğz etmekle beraber, kendisiyle her zaman diyaloğa açık bulunmamız gerektiğini de bilmeliyiz.

Evet, muhabbet fedaileri olarak vurana elsiz, sövene dilsiz ve aynı zamanda gönülsüz olmak mecburiyetindeyiz. Bırakın yumrukla karşılık vermeyi, bülbül-gül münasebeti içinde bulunmalıyız ki, duygularda ve düşüncelerde güller açsın.

Evet, Efendimiz dahil hiçbir peygamberin insanları döverek, öldürerek yola getirdiği görülmüş değildir; böyle bir davranış ancak Hz. Musa’nın dünyaya geldiğini kâhinlerden öğrenip, tenkîl adına yeni doğan bütün erkek çocukları acımasızca boğazlayan Firavun ve onun gibi olanlarda görülebilir.[24] Kalb ve fikir tatminsizliği içinde bulunan neslimize yumruk ve huşunet göstermek, zaten her şeyden mahrum olan kalb ve kafalarını, yumuşatma yerine dinamitlemek demektir. Yüzde bir sivilce varsa, bunu sıkmak veya kesmekle değil, en müessir bir ilaçla tedavi etmek lâzımdır. Günümüzde mânevî sahadaki müessir ilaçlar, iman dersleridir.

23. İrşad ve tebliğ nasıl bir vazifeyse, tekniğine uygun yapılması da aynı şekilde bir vazifedir

En basit işlerde, meselâ ticarette, çiftçilikte bile bir hedef, bir gaye, bir fizibilite, bir plân ve proje aranır. Hâl böyle iken, en büyük mesele olan imanın kurtulması, kalblerin huzura kavuşturulması, Cennet yollarının açılması ve bir milletin saadet ve selâmete ulaştırılması gibi ciddî meselelerde plân, proje ve ihtimamın olmaması düşünülebilir mi?

Böyle önemli bir hususta, hesapsız ve tekniğine uyulmadan atılan adımlardan fayda ve muvaffakiyet adına bir şey beklemek abestir. Kâinatta belli bir denge, plân ve program vardır. Öyleyse mü’min, bu türlü vazifelerde basiretli olmalı, şuurlu ve sistemli hareket etmelidir.

24. Nebiler Sultanı’nın (sallallâhu aleyhi ve sellem) hareket tarzını iyi kavramak şarttır

Bu vazifeyi tekniğine uygun eda edebilmek için, hak neticeye ulaşmayı yine hak vesilelerle takip etmek, Muhammedî yolun hususiyetidir ve bilhassa bizler için çok önemlidir. Efendimiz’in, hayatında bir kere olsun tutarsız, isabetsiz bir söz veya davranışı olmamıştır. Onun içindir ki, hayatında hiçbir zaman geriye adım atma lüzumunu duymamıştır.

Müslümanlık bir hak dava ise, -ki öyledir- onun cihanın dörtbir yanında şehbâl açması da, bâtıl vesilelerle değil, hak vesilelerle olacaktır. Neticeye götürücü her vesileyi mübah görmek ve bâtıl vasıtalarla netice aramak kâfirce bir sıfattır. Komünizmin en başta gelen vasıflarından biri, neticeye götüren her vesileyi mübah sayması olmuştur. Ne var ki, bâtıl vesilelerle alınan neticelerin ne kadar zararlı olduğunu zaman gösterecektir… Aslında, muhteşem gibi görünen bu bâtıl sistem temelinden sarsılmaya başlamıştır bile…

(Yeri gelmişken arz edelim: Ne Asr-ı Saadet’te Efendiler Efendisi döneminde, ne sahabe, tâbiîn devrinde ve ne de daha sonrakiler arasında duvarlara yazılar yazma, slogan atma, boykot ve yürüyüş bilinmiyordu.)

Huzursuzluk çıkararak huzur sağlanmaz. Gönüllerin salâh ve huzuru, gönüllere girmekten ve Gönüller Sultanı’nın hareket tarzına tâbi olmaktan geçer. Muhabbetten husumete vakit bulamamak, sulh ve asayişin müdafii ve muhafızı olmak ve emniyet kuvvetleriyle Mehmetçiğin yardımcısı olarak kalmak, gönüllere girmeyi dert edinenler için çok önemlidir. Bizim vazifemiz, başkalarının küfür, dalâlet ve günahlarının kritiğini yapmak değil, bilakis kendi nefislerimizin muhasebesini yapıp, vazifemizi hakkıyla eda edebilme kaygısıdır. Zaten, başkalarının dalâletiyle fazla meşgul olmayıp, kendi hâlimizi ıslaha çalışmamız âyetin emridir.[25]

Evet, biz kendimizi ıslaha çalıştığımız sürece başkalarının dalâleti bize zarar vermeyecektir. Bu bakımdan, müspetin ve güzelin nâşiri olmak mecburiyetindeyiz. Siyer ve megâzî kitaplarını okuduğunuzda göreceksiniz ki, Efendimiz, ehl-i iman ile ehl-i küfür arasında kuvvet dengesi olmadığı zamanlarda daima gönüllere girme yollarını aramış ve tabyeden tabyeye intikal etmiştir.

Taif’i düşünün.! Bilhassa, her an uğrunda ölüme atılmaya hazır yüzlerce sahabe varken, Resûlullah’ın Hudeybiye’de ismini bizzat kendi eliyle sildiğini düşünün! Ziyaret etmek üzere Kâbe’nin yanıbaşına kadar geldikden sonra, niyet ve düşüncelerine rağmen geriye dönüşlerini düşünün..! İhtida edip İslâmiyet’e girenleri geriye çevirmesini düşünün.. ve sonra Hudeybiye’nin, aradan geçen birkaç yıl içinde hak ve hakikatin neşri adına nasıl bir ‘feth-i mübin’ olduğunu düşünün!

Sonra, onca hain nazarlara rağmen, Efendimiz’in uygulamaya koyduğu hareket stratejisini kavrayamayan ve on binlik İslâm ordusuyla karşılaşınca da, çaresizlik ve şoke olmuşluk içinde ister-istemez iman eden Ebû Süfyan ve arkadaşlarını düşünün..!

Düşünün ve o zâhirî sessizlik altındaki müthiş aksiyonu hayret ve hayranlıkla seyretmeye çalışın..! Evet, Kur’ân’ın ifadesiyle, ektiği tohumların bir miktar karlar altında kaldıktan sonra başak verdiğini gören çiftçinin hayret ve hayranlığı gibidir bu.[26] Ve yine bu, Kehf sûresinde kullanılan sırlı kelime ‘telattuf’un neticesidir.[27]

25. Vazifenin edası için has ve sağlam fertler yetiştirmelidir

Mü’min olarak vazifemizi edada Efendimiz’in öğrettiği bir diğer esas da, her görüş ve anlayıştaki insanla münasebet kurma ve zayıf kalabalıklar yerine, has ve sağlam fertler yetiştirmektir.

Bilindiği gibi, Mekke’de Efendimiz’in yanında yaşlı, fakir ve kölelerden her yaş ve her seviyede insan bulunurdu. Müşriklerin ileri gelenleri ona, “Bunları yanından uzaklaştır, seninle öyle oturup konuşalım.” diyorlar ve kendileriyle hususî münasebet kurulmasını istiyorlardı. Efendimiz, cemaatinin özünü gariplerin teşkil ettiğini ve gariplerin ne has kişiler olduklarını çok iyi bildiğinden, müşriklerin tekliflerini geriye çevirdiği gibi, böyle tekliflere itibar edilmemesi gerektiğini de fiilen ifade buyurmuşlardı.[28]

Gerçi Allah’ın Resûlü çokluğumuzla iftihar edecek[29] ama O’nun iftiharında da yine liyakat esastır. Mekke’de ilk dönemlerde, Dârü’l-Erkam’da, Efendimiz’in yanında 3-5 kişi vardır. Sonra bu sayı 40’a ulaşır; 40, birinci kudsîlerin çekirdeğidir. Ne var ki, 40’a varılıncaya kadar ne dar geçitler geçilmiş, ne derin sular aşılmıştır! Bu çile dönemine yetişip de geri dönmeyenler, cepheyi terk etmeyenler, belli ki ileride, Bedir’de ve Uhud’da da sebat edip yerlerini koruyacaklardır. O, Bedir ve Uhud’da Ali’si ve Hamza’sıyla müşriklerin hakkından geldiği gibi, ileride Ömer’iyle de İran’ın ve Bizans’ın hakkından gelecektir.. ve çok mühimdir; bu devirde sahabe arasında münafıka da rastlanmaz; zira bunların içinde münafığın barınması mümkün değildi. Kaldı ki, o işkenceli dönemde, ‘Lâ ilâhe illallah’ demek, dünya namına bir şey getirmediği gibi, malî ve bedenî pek çok zayiata da sebebiyet verebiliyordu. Bu itibarla, böyle bir sabır ve tahammül döneminde nifak söz konusu olamazdı.

Görülüyor ki, bizim kitle ve çokluk diye bir derdimiz yok; bizim, dünyayı yeniden çimlendirecek nüve, çekirdek ve haslara ihtiyacımız var…

Evet, kalb, akıl, mantık, his ve duygu zaviyesinden doyurulmamış kimseler, hem boşlukta gölge gibi sallanıp duracak, hem de en hafif bir rüzgârda devrilivereceklerdir. Bu itibarla da onlar, bizim matlubumuz olamaz. Evet, Taif’te pişmeden, Hudeybiye hamlesini yapmadan ne Mekke’nin fethi mümkün olabilirdi, ne de kitlelerin fevç fevç İslâm’a girmesi.

Sonra, fertlerle diz dize karşılıklı oturup hâlleşme, sohbet etme, dert ve şüpheleri dinleyip izaleye çalışma ve gönülleri İslâmî güzelliklerle donatma her zaman mümkün olsa da, aynı şeyi kitleler için düşünmek mümkün değildir. Evet, kitlelerde hisler belli şeylerle coşturulsa bile, fert fert ruhlara muttali olma ve hissiyata vâkıf bulunma gibi avantajların hiçbirine sahip olunamaz.

26. Ya hayır söylenmeli ya da susulmalıdır

Bu vazifenin esaslarından biri de, dilde de sırat-ı müstakîmi tutturmaktır. Dilin hak ve hakikate tercüman olma yolunda kullanılmaması eğer tefritse, tumturaklı laflarla, fuzulî ve boş yere kullanılması da ifrattır. Mizah, fıkra, başkalarını tenkit, lafazanlık, yersiz şakalaşma, hep bu tefrit cinsindendir. Kişi ya hayır söylemeli ya da sükut etmelidir..[30] ve dil, daima hakka tercüman olmalıdır.

27. Bir şeyi anlatmada güçlük çekiyorsak, onu başkasına anlattırmalıyız

Her mevzuda ortaya atılıp, her meseleye cevap verme iddiasında bulunmak, benliğin altında kalıp ezilmek demektir. Bize yöneltilen bir mesele, sahamıza ait değilse, o mevzuu çapına uygun anlatamayabiliriz. Sonra, bizim anlatmamıza reaksiyon olabilir; samimî de olsak yine rahatsızlık, hatta nefret uyandırabilir ve bu arada hem hakikat hırpalanır, hem de muhatabımız boşlukta kalabilir. Böyle durumlarda, anlatmayı ehil olan arkadaşımıza bırakarak onun anlatmasıyla iktifa etmeli, ona destek olmalı, onun başarısını alkışlamalı ve onunla övünmesini bilmeliyiz.

Ayrıca böyle bir vazifede koşan başka insan ve cemaatler varsa, o zaman “Hakkı sadece ben temsil ediyorum, ancak ben anlatabilirim.” tavrıyla ortaya çıkmak, ihlâslı da olsa, bir bakıma nefisperestlik sayılacağından Allah indinde makbul değildir ve ondan da olabildiğince uzak kalınmalıdır. Bundan başka, Ehl-i Sünnet çizgisinde hakka hizmet eden herkes alkışlanmalı; hakka hürmet ve hakkın hatırı adına hiç kimse tenkit edilmemeli, çürütülmemeli ve hizmet hesabına herkesin enerjisinden istifade edilmelidir.

28. Hak ve hakikatler, önce fıtratı, hâli ve inançları müsait olanlara anlatılmalıdır

Hak ve hakikati gönüllere duyurma istikametinde vazife yaparken önce fıtratı, hâli ve inançları müsait ve alnı iyi-kötü secdeye varmış olanlara, “Peygamber vardır veya duymuştum.” diyenlere ve dinlediklerinde tepkileri “Evet” olacak kimselere müracaat etmek uygun olur. Esasen yüzde 80 durumu böyle olan neslimizin samimî bir cazibe karşısında hüsnü kabul göstereceğini ümit ediyoruz.

Alnı kirli ve nasır bağlamış, kalbi mühürlenmiş, belli bir zihniyete bağlı, dönmeme niyetinde ve hasım vaziyeti almış kimselerle meşgul olmak boşunadır; hatta böyleleriyle meşgul olmanın bazı zararları da vardır:

a) Başkalarına, bu türlü kimselerle oturulabileceği fikrini telkin eder;

b) Kendileriyle bir arada bulunanların ruh dünyalarını örseler, menfî atmosferleriyle onların duygularına tesir eder, hatta namazlarındaki zevki bile kaçırabilir. Kur’ân’da, “En küçük bir meyille olsun zulmedenlere meyletmeyin.[31] diye emredilir. Yalnız, kendileriyle oturulmalarında fayda mülâhaza edilen ve hak ve hakikat anlatıldığında dinleyen kişilerle aramızda, gelir bize katılır mülâhazasıyla bir açık kapı bulundurulması faydadan hâlî değildir. Hele bu anlatma, garazsız, ivazsız ve her türlü çıkar düşüncesinden uzak ise…

Bazen de tamamen küfür yüklü olmamakla beraber, nefisperest, günahlara dalmış, içki ve kumarla sarmaş-dolaş kişiler vardır. Bunlarla “selâm” ve “merhaba” şeklindeki alâkamız onların imanlarına saygının gereği, münasebetlerimizi daha ileriye götürmememiz de imanımızın muktezasıdır. Dinleyip, istifade ettikleri müddetçe oturup anlatırız. Ne var ki, anlattıklarımızla alay ve istihzaya başladıklarında, Kur’ân’ın emri üzere, kızmadan, çirkin beyan, çirkin davranışta bulunmadan ve merhaba kapısını da kapatmadan çeker gideriz.[32]

İrşad ve tebliğ adına kendilerine hizmet götüreceğimiz şahısların durumlarını önceden tespit de çok önemlidir.

Daha ilk tanışıp görüştüğümüz şahsın siması, selâm vermesi, konuşması ve davranışları, o şahıs hakkında bize ön fikir veren birer işarettir. Bu gibi vesileleri değerlendirmek, diyalog kurmada yardımcı olabilir.

Muhatabımızla emniyet telkin eden bir edada, sempatik, yumuşak ve tabiî, fıtrî ve riyasız bir ilk münasebet çok önemlidir. Allah ve Resûlü’nü sevdirme hesabına kendimizi sevdirmeye çalışmamız da mahzursuz, hatta yararlı sayılabilir. Arkadaşlık ve insanlık açısından yakınlık kurarak, ikramlarda bulunmak, -Efendimiz’den öğrendiğimiz üzere- lütufkâr ve cömert olmak da gönüllere girme adına önemli hususlardır.

Bizim bir kısım düşünce, kanaat, hatta saplantılarımız olduğu gibi, muhatabımızda da benzeri kanaatlerin bulunabileceğini hesaba katarak bir kısım reaksiyonlar alacağımız kat’iyen gözardı edilmemelidir. Hiç kimsenin yıllarca taşıdığı inanç, kanaat ve düşüncelerini bir hamlede, bir konuşmada kafasından çıkarıp atmasının mümkün olamayacağını kabullenme mecburiyetindeyiz. Düşününüz ki, Kur’ân-ı Kerim o büyük inkılâbını 23 senede gerçekleştirmiş, kimi şeyleri öne alıp, kimilerini sona bırakmış ve önce söylenecekleri önce, sonra söylenecekleri de sonra söyleyerek, her şeyi tedricen yerli yerine oturtmuştur.

Bizler de hemen söze girip, meselelerimizi açık-seçik ortaya dökmeden önce ferdî sohbetlerde karşımızdakinin ortaya atacağı mevzularla onu tanımaya çalışmalıyız. Hekim nasıl önce hastasını dinleyip, teşhisini koyuyor ve sonra tedaviye geçiyorsa, biz de ilhat ve inkâr hastasının önce inançlarını, şüphe ve tereddütlerini anlatmasına ya da mevzuyla alâkalı sorular sormasına imkân tanımalıyız.. ve düşünce ve şüphelerini ifade ettiğinde de hemen reaksiyon göstermemeliyiz.

Unutmayalım ki, neslimiz imanî ve Kur’ânî meselelere yabancı olduğundan, bizden duyduğu her şeye hemen karşı çıkabilir. Mukabelemiz uygun ve yumuşak olmazsa, bu durumda Allah’tan daha da uzaklaşmasına yol açabiliriz. Bu sebeple, muhatabımızın kültür, ilim ve inanç durumunun tespiti çok önemlidir. Meselâ, muhatabımızın kültür seviyesi bizden yüksek, bilgisi bizden fazla, biraz da bencil ve bilgiç geçiniyorsa, buna mukabil, biz de onun karşısına yarım yamalak ilmihal bilgisiyle çıkmışsak, bu durumda ona bir şey anlatmamız mümkün değildir. Keşif ve keramet bile göstersek, aklını, fikrini ve düşüncesini doyuramayız. Böyle hallerde, onu kendi seviyesinde birine götürüp ilim, irfan potasında erimeye bırakmak lâzımdır.

Muhatabımızın yaşı-başı da oldukça önemlidir. Yerinde anne-baba, amca-dayı ya da yaşça bizden büyük olana dini, diyaneti anlatabiliriz. Ancak, şurası da iyi bilinmeli ki, insanın yaratılışında, küçüğünden gelen şeylere karşı daima reaksiyon vardır; ancak faziletli insanlar, küçüklerini dinleme olgunluğunu gösterebilirler. Bu itibarla, muhatabımızı kendi yaşında veya yaşının üstünde, kendi seviye ve frekansından ona hitap edebilecek kimselerle tanıştırma yolları araştırılmalı ve onlarla diyalog sağlanmalıdır.

İrşadda ehemmiyetli bir başka husus da, camilerin, mescidlerin ve ilim-irfan sahibi kimselerin bulunduğu müesseselerin gezdirilip gösterilmesi ve muhatabımızın akranlarıyla tanıştırılmasıdır.

Karşıdaki insana ne kadar anlatırsanız anlatın, hatta kalbine girip taht kurun, o, kendi yaşıtlarında anlattıklarınızın pratiğini müşâhede etmediği sürece, kendisini yapayalnız görecek ve kendi ağırlığı altında kalıp ezilecektir. Gül, gül bahçesinde biter; bir genç de namaz kılan, secde eden ve ilim sahibi olan kendi yaşıtlarından etkilenir; yoksa ne büyük küçükten nasihat ister, ne de genç kendi büyüğünün öyle fazlaca etkisine girer; büyüğüne saygı duyar ama onun asıl etkileneceği kimseler kendi yaşıtlarıdır.

Bir diğer husus da, mutlaka kitap okumak ve en az haftada bir sohbet tertip etmektir.

Sevgini paylaş

Leave a Reply

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir