İBADET MÜKELLEFİYETİ

TEKLİF NEDİR, MÜKELLEF KİME DENİR?

Teklif, lügatte, bir kimseye zorluk veren bir şeyi emretmek ve ona yüklemek demektir. Istılahta ise, İslâm Dininin insanlara Allah’ın emirlerini yapmalarını, yasaklarından da kaçınmalarını emretmesi manasına gelir.

Mükellef de İslâm Dininin getirdiği mesajla yükümlü tutulan, düşünce, söz ve davranışlarına birtakım dünyevî-uhrevî, dinî-hukukî sonuçlar bağlanan âkıl (aklî melekeleri yerinde) ve bâliğ (ergin) olan insan demektir.

Mükellefiyet Ne Zaman Başlar?

Kişinin dinî hükümlerden sorumlu tutulabilmesi için,

a. Âkıl

b. Bâliğ olması şarttır.

Din, akıl ve şuur sahiplerini muhatap alır onları kendi ihtiyar ve seçenekleriyle, dünyevî-uhrevî hayra yönlendirir; icabet edenlere de ebedî saadetler vaad eder.

Bu itibarla dini, özel bir donanıma karşı özel bir teveccüh şeklinde yorumlamak da mümkündür. Zira akıl ve irade mahrumları onunla mükellef tutulmamışlardır ve onlar için bizzat hayra sevk gibi bir iltifat da söz konusu değildir.

Akıl ve irade, dinin ilk şartı ve İslâm’ın hayata hayat olması manasına “diyanet”in de en hayatî rüknüdür. Bu da, akl u iradesi olmayanlara, hayrı, şerri temyiz kabiliyeti isteyen din gibi bir sorumluluğun teklif edilemeyeceği demektir. Böyleleri için, ne akl u ihtiyarı ilk şart kabul eden

ilâhî kanunlar mecmuası dinden, ne de Allah’ın yaratması ve beşerin kesbiyle meydana gelecek olan diyanetten söz etmek mümkündür.

Bu itibarla mükellefiyetin birinci şartı âkıl olmaktır. Âkıl, ne yaptığını bilen, iyi ile kötüyü birbirinden ayırt edecek temyiz kabiliyetine sâhip olan kimse demektir.

Mükellefiyetin bir diğer şartı da, kişinin bâliğ olması yani, bülûğa ermiş bulunmasıdır.

Bülûğa Ermek Ne Demektir?

Bülûğa ermek, insanların çocukluktan çıkıp cinsî duygu ve hislerinin başladığı çağa ermeleri demektir.

Bülûğ Çağı Ne Zamandır? Nasıl Bilinir?

Bülûğ çağı, İslâm âlimlerinin çoğunluğuna göre kızlarda 9-15; erkeklerde 12-15 yaşları arası olarak belirlenmiştir.

Bülûğla birlikte kişinin yeterli aklî yetişkinlik kazandığı var sayıldığı için aksini gösteren bir delil olmadıkça kişi mükellef olur. Dinî terminolojide buna “âkil ve bâliğ olmak” denir. Bunun anlamı kişinin hakları kullanmaya, sözlü, yazılı, fiilî hukukî işlemleri bizzat yapmaya, dinî ve içtimaî

mükellefiyetlere muhatap olmaya ve cezaî sorumluluk taşımaya ehil hale gelmesidir. Kişinin malî konularda normal seviyede tedbirli ve basiretli davranması demek olan rüşd, genelde buluğ ile birlikte gerçekleşir. Kişi bâliğ olmuş da reşid olmamışsa, bu durum onun dinî ve cezâî ehliyetini

etkilemez, bu iki ehliyeti tam olarak mevcuttur, sadece malî yönü bulunan hukukî işlemlerde ehliyetine bazı sınırlamalar getirilir.

Mükelleflerin Yapmaları Gereken Dinî Vazifeler Nelerdir?

Mükellefiyet çağına giren her Müslüman’ın yapmak zorunda olduğu bazı dinî vazifeler vardır ki, bunlara fıkıh ve ilmihal kitablarında “mükelleflerin yapacağı vazifeler” manasına “Ef’âl-i Mükellefîn”denir. Bunlar yediye ayrılır.

1. Farz,

2. Vâcib,

3. Sünnet,

4. Müstehab,

5. Mübâh,

6. Haram,

7. Mekrûh,

Bu fiillerden ilk dördünün yapılması gerekli görülmüş; “mübah”ın yapılıp-yapılmaması tercihe bırakılmış, son üçünün ise terki istenmiştir. Din tarafından bir fiilin yapılmasının istenmesine “emir”; terk edilmesinin talep edilmesine de “nehiy” adı verilir.

Farz Nedir?

Kelime manası, “bir şeyi kesinleştirmek, takdir etmek, pay ve parçalara ayırmak, belirlenmiş şey ve pay” demektir. İslâmî terminolojideki manası ise, yapılması kat’î ve açık delillerle emredilen dinî iş ve vazifelerdir.

Namaz kılmak, oruç tutmak, zekât vermek gibi.. Farz ikiye ayrılır:

a. Farz-ı Ayn

Yerine getirilmesi her Müslümana ayrı ayrı borç olan farzlardır. Bunlar, bir Müslümanın yapmasıyla diğer Müslümanların üzerinden düşmez.

Namaz, oruç gibi. Gerek namaz ve gerekse oruç, istisnasız her Müslüman’ın yapmak zorunda olduğu, dinî birer vecibedir.

b. Farz-ı Kifâye

Yerine getirilmesi her Müslümana ayrı ayrı borç olmayan, Müslümanlardan bazısının yapmasıyla diğerlerinden borçluluk hâli kalkan farzlardır.

Bu gibi farzları, hiç kimsenin yapmamas hâlinde, bütün cemiyet mes’ul ve günahkâr olur. Bir Müslümanın cenaze namazını kılmak gibi. Cenaze namazının bazı Müslümanlar tarafından kılınması, diğer Müslümanlar üzerinden mükellefiyetin kalkması için yeterlidir. Ancak, hiç kimse kılmayacak olsa, bütün Müslümanlar mes’uliyet altına girmiş olurlar. Farz-ı kifâyenin sevabı, sadece yapana aittir. Tamamen terkinden dolayı gelen günah ise, bütün Müslümanlarındır.

Farzın Hükmü Nedir?

Yapılırsa büyük sevab vardır. Özürsüz olarak terk edenler, dünyada huzur bulamayıp iç sıkıntısından kurtulamadıkları gibi, âhirette de çetin azaplara çarptırılırlar. Farzın inkârı Müslüman’ı dinden çıkarır.

Vâcib Nedir?

Sözlükte “sabit, lazım, var ve gerekli olan şey” anlamına gelir. Istılahî manası ise fıkıh bilginlerinin çoğunluğuna göre farz ile eş anlamlıdır. Hanefî uleması farz ve vacip diye ikili bir ayırım yapmışlardır. Hanefîlere göre vacip, yapılmasının gerekliliğini ifade eden deliller, farz kadar kuvvetli ve açık olmayan vazifelere denir. Vaciplerin de farzlar gibi kesin olarak yapılması gerekir. Bundan dolayı vacibe, “amelî farz” da denmektedir. Kurban kesmek, vitir ve bayram namazı kılmak gibi.

Vâcibin Hükmü Nedir?

Vâcibin hükmü de, farz gibidir. Yani, işlenmesi halinde sevab, terkinde ise azab vardır. Ancak îtikad bakımından vâcib, farz gibi değildir. Vâcibi inkâr eden dinden çıkmaz. Fakat dinde olan bir emri inkâr ettiği için bid’at işlemiş ve günaha girmiştir. Vacibi unutarak veya kasten terk eden daha sonra kaza etmekle mükelleftir. Mesela, vitir namazını kaçıran daha sonra kaza etmelidir.

Sünnet Nedir?

Sünnetin kelime manası “yol” demektir. İslâm fıkhına göre ise Peygamber Efendimiz’in (aleyhissalatu vesselâm) farz ve vaciplerden hariç olarak yaptığı ve yapılmasını istediği fiil ve davranışlardır ki, ibadet kabilinden olanlara “Sünnet-i Hüdâ”, âdet-i seniyyeleri cümlesinden bulunanlara da “Sünnet-i Zevâid” denir.

Sünnet ikiye ayrılır:

a. Sünnet-i Müekkede,

b. Sünnet-i gayr-ı müekkede.

Sünnet-i Müekkede

Resûlüllah Efendimizin (sallallahu aleyhi ve sellem) umumiyetle yapmaya devam edip pek az terk etmiş oldukları sünnettir. Lügat mânası, kuvvetli sünnet demektir. Sabah, öğle ve akşam namazlarının sünnetleri gibi. Ezan, ikâmet, cemaate devam gibi İslâm şeâirlerinden sayılan sünnetler de, sünnet-i müekkededir. Bunlara sünnet-i Hüdâ da denir.

Sünnet-i Gayr-i Müekkede

Resûlüllah Efendimizin ibâdet maksadıyla bazen işleyip bazen de terk ettikleri sünnettir. İkindi namazının sünneti ile yatsı namazının ilk sünneti gibi. Resûlüllah’ın yiyip içme, giyinip kuşanma, oturup kalkma gibi günlük normal davranışları ve âdâb-ı muaşerete taallûk eden işleri de sünneti gayr-ı müekkedeye dahildir. Bunlara sünnet-i zevâid adı da verilmiştir.

Sünnetin de farz gibi ayn ve kifâye kısımları vardır. Meselâ, Ramazan’ın son on gününde i’tikâfa girmek, teravihi cemâatle kılmak, teravihi hatimle kılmak sünnet-i kifâyedir. Farz namazları cemaatle kılmak ise, sünnet-i ayn’dır.

Sünnetin Hükmü Nedir?

Sünnet-i müekkedenin yapılmasında büyük sevaplar vardır. Kasden veya tembellikle terk edilmesinde Cehennem azâbı yoksa da, şefâatten mahrumiyet gibi büyük bir kayıp ve ziyan söz konusudur. Böyle kimseler Resûlüllah tarafından kınanıp levmedilmeye de müstehak olurlar. Bu sünnetlerin değiştirilmesi veya inkârı ise bid’attır, dalâlettir.

Sünnet-i gayr-ı müekkedenin yapılması da pek güzel ve sevaplıdır. Yemek, içmek, giyinmek, v.s. gibi günlük fıtrî hareket ve muameleler, sünnete ittiba’ yoluyla, ibadet hükmüne geçer. İşlenmesi âdet olan fiiller, böylece hayatlanır, şefâate vesile hâline gelir, insan ruhuna feyizler bahşederler. Çünkü, sünnetin en küçük bir edebine riâyet dahi, Allah Resûlünü hatıra getirir, kalbe nûr ve huzur verir. Bu ikinci kısım sünnetlerin terkinde, hiçbir günah olmadığı gibi, kınama ve azar (levm ve itab) da yoktur. Fakat yukarıda saydığımız büyük sevabları kaybetmek ve sünnetin nurundan ve hakikî edebden istifade edememek durumu vardır.

Sünnet Namazlar terk edilebilir mi?

Sünnet, bir manada insanın sahib-i sünnet ile yani Hz Muhammed (sallallahu aleyhi ve sellem) ile irtibata geçmesinin adıdır. İnsan bu sünnetlere devamı nisbetinde, O’nunla kontakt halinde olur. Hasenatımız ile sevinen, seyyiatımızdan dolayı üzülen Allah Rasûlüne rezonans olmanın

yolu, sünnetleri yerine getirmektir. Bu itibarla, sünnet namazların kılınması çok önemlidir.

Revatib Sünnetler

Bu namazları Allah Rasülü (sallallahu aleyhi ve sellem) hayat-ı seniyyeleri boyunca hiç terk etmemiştir. Terk etmek bir yana, sünnetler kaza edilmediği halde hayatımda boşluk olmasın düşüncesiyle, -lihikmetin- kılamadığı bir iki sünnet namazını da kaza etmiştir. Yine bir gün kılamadığı teheccüd namazını da ertesi günü öğleye kadar olan vakitte kaza etmiştir..

Sünnete Uymanın Lüzum ve Faydaları Nelerdir?

Kur’ân-ı Kerîm’de mü’minler, Allah Resûlünün sünnetine uymaya teşvik edilerek şöyle buyurulur: “Allah’ın Resûlünde sizin için kendisine uyulacak en güzel örnek ve numûneler vardır.” (el-Ahzâb, 33/21) Diğer bir âyette ise: “(Ey Şanı Yüce Nebi) de ki: Eğer Allah’ı seviyorsanız, bana uyun, benim sünnetlerime tâbi olun ki, Allah da sizi sevsin..” (Âl-i İmran, 3/31) denilmiştir.

Demek ki, Allah’ı sevmenin alâmeti ve kendini Allah’a sevdirmenin yolu, Resûlünün sünnetine ittiba’ etmekten geçmektedir. Çünkü Allah’ı gerçekten seven bir kişi, elbette Allah’ın sevdiği ve râzı olduğu zâta benzemeye, onun hareketlerini kendisine örnek almaya çalışacaktır.

Sünnet’e uygun hareket etmenin pek çok uhrevî sevap ve nurları vardır. Sünnet-i Seniyyenin her biri, hattâ en küçük edebleri bile, birer pusula gibi Müslüman’a, hayatın fırtına ve dağdağaları içinde nasıl hareket edeceğini bildirir ve ona en selâmetli ve emniyetli yolu gösterir. Ona şaşmaz ve

değişmez değer ölçüleri kazandırır. Kısacası, “Sünnet-i seniyye, dünya ve âhiret saadetinin temel taşı ve kemâl-ı insaniyenin mâdeni ve menba’ıdır.”

Sünnetin bütününe birden uymak çok zordur. Ehass-ı havassa, yani en büyük velilere ve din büyüklerine bile zor nasip olan bir husustur. Ancak sünnetin hepsini bilfiil yapmaya herkesin gücü yetmemekle beraber, ona ittiba’ niyet ve kasdında olmak, taraftarâne ve iltizamkârâne bir tavır takınmak, herkesin elinden gelir.

Mübâh Nedir?

Yapılmasında veya terkinde dinî yönden hiçbir mahzûr bulunmayan, yani, mükellefin yapıp yapmamakta tamamen serbest olduğu işlerdir. Oturmak, yemek, içmek, uyumak gibi.. Mübah olan bu gibi işlerin ne yapılmasında sevab vardır, ne de terkinde günah.. Ancak mü’min bu fiilleri, Peygamber Efendimiz’e bağlılığına işareten, O’nun sünnetine uygun yapmayı düşünür, o niyetle hareket ederse sünnet sevabını kazanır. Eşyada aslî vasıf, mübah ve helâl olmaktır. Mübahlığın ortadan kalkması için, o şeyin mübah olmadığına dair bir şer’î delil gerekir. Mübahlığı ortadan kaldırıcı bir delil olmadığı müddetçe, eşya mübahlığını korur.

Helâl ise, yapılması câiz görülen, işlenmesinde dinî yönden hiçbir mahzur bulunmayan şeydir. Helâlin her türlü şâibeden uzak, saf ve temiz olan kısmına “tayyib” denir. Her tayyib şey helâl, fakat her helâl olan şey tayyib değildir.

Müstehab Nedir?

Lügatte, “sevilmiş şey” mânâsına gelir. Istılahta ise Resûlüllah Efendimizin (aleyhi ekmelüttehaya) ara sıra yapmış oldukları şeydir. Duha (Kuşluk) namazı gibi. Peygamber Efendimiz (aleyhissalatu vessalam), müstehab denilen hususları sevip zaman zaman yapmışlar, Selef-i Sâlihîn de bunları seve seve işlemiş ve diğer ehl-i îmânı da yapmaya teşvik etmişlerdir. Müstehaba, sünnet-i gayr-i müekkede hükmünü verenler olduğu gibi, mendub, nâfile, tatavvu’, edeb ismini verenler de vardır. Bilhassa güzel, medhe ve övgüye lâyık bir özellik ve davranış olması sebebiyle, müstehab yerine edeb tabiri çok kullanılmıştır. Edeb’in çoğulu âdâb’dır.

Müstehab’ın Hükmü Nedir?

Müstehab’ın yapılmasında sevab vardır. Yapılmaması hâlinde ise, yalnızca bu sevabdan mahrumiyet söz konusudur.

Haram Nedir?

Yapılması, kullanılması, yenilip içilmesi dinimizce kat’î olarak yasak edilmiş şeylere denir. İçki içmek, kumar oynamak, zinâ etmek, adam öldürmek, gıybet ve iftirada bulunmak gibi.. 

Haram kılınan eşya veya fiil, kendisinde bulunan, hiç ayrılmayan bir zarar, kötülük ve pislik sebebiyle haram kılınmış ise, buna liaynihî (bizzat) haram denir. Domuz eti ve şarap gibi.

Kendi tabiat ve vasfından dolayı değil de elde etme şekli, kazanma yolu gibi dıştan bir sebeple haram kılınmış ise, buna da ligayrihî (bilvasıta) haram denir. Çalınmış ekmek, gaspedilmiş para gibi.

Haramın Hükmü Nedir?

Haramın terkinde büyük sevab vardır. İnsanı takvâ mertebesine çıkarır. Çünkü haramın terk edilmesi farzdır. Bir farzı işlemenin, çok sünnetlere mukabil sevabı vardır. Günahların değişik yönlerden hücum ettiği günümüzde bir tek haramı terk eden kimse, az bir işle bir farz işlemiş gibi sevap kazanır. Böylelikle haramları, günahları terk eden bir insan, terk ettiği her bir günah, haram sayısınca bir vacip yapmış gibi olur. Dolayısıyla takvâ dairesinde bir hayat yaşama niyetiyle, iradesinin hakkını vererek günahlardan kaçınmak suretiyle sâlih amel işlemiş olmaktadır.

Haram işlenmesi hâlinde ise, kalblerin kararıp vicdanların paslanması, îmanın zayıflaması, huzur ve neş’enin gitmesi, ibadetten zevk alma duygusunun yok olması gibi zarar ve kayıpların yanı sıra, âhirette de çetin bir azab söz konusudur. Haramlığı kesin olan bir şeyi helâl kabûl etmek, Allah korusun insanı îmandan çıkarır.

Mekrûh Nedir?

Mekrûh, lügatte, sevimsiz bulunan, nâhoş ve kerih görülen şey demektir. Istılahta ise, dinen yapılması çirkin ve kötü görülen işler mânasına gelir. Abdest alırken ve gusül ederken suyu israf etmek, erkeklerin başı açık namaz kılmaları gibi hususlar mekruhlardandır.

Mekrûh iki kısma ayrılır:

a. Tahrîmen Mekrûh:Harama yakın olan mekrûha denir. Abdest alırken suyu israf derecede harcamak gibi.

b. Tenzîhen Mekrûh:Helâla yakın olan mekruhtur. Burnu sağ el ile temizlemek gibi.

Mekrûhun Hükmü Nedir?

Tahrîmen mekrûhun terkinde sevap vardır. İşlenmesinde ise, âhirette azâba uğrama ihtimali mevcuttur. Yani, harama yakın olan mekrûhu işleyen kimsenin âhirette hesaba çekilmesi ve azâba uğramasından korkulur. Bu, İmam-ı A’zam ile Ebû Yûsuf’a göredir. İmam-ı Muhammed ise, tahrîmen mekrûhu, aynen haram gibi telâkki eder, âhirette azab muhakkaktır, der.

Tenzîhen mekrûhun işlenmesi ise, azâbı gerektirmez. Fakat terki sevabtır. Mekruhları helâl telâkki etmek, hata olmakla beraber, insanı dinden çıkarmaz. Mekrûh kelimesi, fıkıh kitablarında tenzîhen veya tahrîmen kayıtları konmaksızın geçiyorsa, bununla tahrîmen mekruh kastediliyor demektir.

Fâsid Nedir?

Başlanmış bir ibâdeti bozan ve ibtâl eden şeydir. Fâsidin özürsüz, kasden yapılması günâhı gerektirir. Kasden yapılması azaba sebeb ise de, yanılarak yapılması azabı gerektirmez. Namaz içinde gülmek gibi. Gülmek de namazı bozar. İbadet konusunda fâsid ile bâtıl aynı hükümdedir.

Sahîh Nedir?

Bütün şartlarına ve rükünlerine uyularak eksiksiz ifa edilen bir ibâdet veya muameledir. Meselâ: Farz ve vâciblerine riayet edilerek kılınan namaz sahihdir.

Câiz Nedir?

Yapılması dinen yasak olmayan şeydir. Bu kelime, bazen sahih, bazen de mübah yerine kullanılır. Bazı muameleler vardır ki, dünyevî hükümler bakımından sahih olduğu halde, uhrevî hükümler bakımından câiz olmaz. Cuma namazını kılmakla yükümlü olan bir kimsenin cuma ezanı

okunurken yaptığı alış veriş muamelesi gibi. Böyle bir muamele sahihtir ve geçerlidir. Fakat manevî sorumluluğu gerektirdiği için caiz değildir.

Bâtıl Nedir?

Rükünlerine veya şartlarına tamamen veya kısmen uyulmayan herhangi bir ibâdet ve muameledir. Abdestsiz namaz kılmak gibi. Bâtıl, sahîhin zıddıdır.


Konuya ilişkin Kahoot’a buradan ulaşabilirsiniz ;

Sevgini paylaş

2 Comments

Leave a Reply

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir