Hicret engin gayeli mukaddes bir göç.. inanç, duygu ve düşünce zenginliğiyle beslenerek gerçekleştirilen böyle hedefli bir göç, hulûsun derinliği ölçüsünde insanın semavî seyahatlerine denk sayılabilir. İnsanlığın İftihar Tablosu, bu seyahatin hem semavî olanıyla hem de arzda cereyan edeniyle şereflendirilmiştir. Bunlardan birincisi, has çerçevesiyle O’na mahsus ve başkasına müyesser değil; ikincisi ise, belli şartlar altında, kıyamete kadar herkese açık bir şehrahtır.. Peygamberlik semasının ayı-güneşi o büyük insana kadar, binler ve yüz binlerin yürüyüp gittiği feyiz ve bereketiyle pırıl pırıl bir şehrah. Hiç şüphesiz bu mukaddes göçün “tarihin kulağına küpe” diyebileceğimiz en anlamlısını da, sadıklardan sadık arkadaşlarıyla, beşerin Medar-ı İftiharı gerçekleştirmişti.. O, ayağını sağlam basabilecek emin bir mekâna yerleşmek, vefalı dostlarına pürvefa yardımcılar bulmak, arzın göbeğinden göğsüne sıçrayarak orada sitesini kurmak ve yepyeni bir tarih ve medeniyet projesiyle iç içe derinlikleri olan evrensel bir dine insanları ulaştıracak köprüler hazırlamak için, emri öteden, böyle bir göçe katlanmıştı.

Plan ve proje geniş ve sema buudlu.. mebde’ ve netice arasındaki mesafeler insafsız.. bir baştan bir başa iblis ve gulyabaniler güzergâhı bu uzun yolda, her yanda kötülük duygu ve tutkusu, her dönemeçte bir yığın fitne ateşi.. evet, bütün bu olumsuz şartlara rağmen, gönülleri ümit, itminan ve inşirahla coşturmaya yetecek kuvvet kaynağı ki “Allah bize yeter, O ne güzel vekildir.”[1] dilinde ve gönlünde.. Allah’a dayanmış, tevfike râm olmuş ve bu uzun yola koyulmuştu… koyulmuştu ve yürüyecekti arkasına bakmadan… yürüyecekti arkasındakileri bırakmadan…

O gün, Mekke’nin inkârcı ve dayatmacı zorbaları karşısında her yol deneniyor, her çareye başvuruluyordu; ama bu gaye ve vazife insanına göre, yapılanlarla olanlar arasında tenasübün bulunmadığı da bir gerçekti. İşte bu tenasüpsüzlük, zaten, vazife şuuru ve hizmet aşkına kilitli Hazreti Sahib-i Risaleti, Mekke’nin dışında yeni muhataplar aramaya sevkediyordu. Tâif bu mülâhazanın ilk rüyası, peygamberlik davasının Mekke dışındaki ilk konağı ve bir sürü eza ve cefaya rağmen, tek bir mü’min tesellisiyle mağmum fakat ümitli geriye dönülen ilk hicret ülkesi olmuştu. Sonra Mina’nın sarp, ürperten fakat candan Akabelerinde taşradan gelenlerle “sırran tenevverat” kuşağında cereyan eden gizli görüşme ve âşina sineler arama. Aranan kimdi onu kestirmek çok zordu; ama bulunan Medine’nin altı tâli’lisi olmuştu. İlklerden bu altı bahtiyar, insanlığın mâkus kaderinin değiştirilmesinde, nübüvvet elinin kullandığı ilk manivela olacaktı. Beşerin ebedî halaskârı hakkında bütün bildikleri, sırf Siyon cakası bir kulak dolgunluğundan ibaret olan: “Allah son bir peygamber daha gönderecek ve İsrailoğulları O’nun bayrağı altında cihanla bir kere daha hesaplaşacaklar.” söylentisiydi. Gerçi bu ümniye onların işine fazla yaramamıştı; ama Medine yerlilerinin sinelerindeki hakikat tutkusunu yönlendirmeye ve ateşlemeye yetmişti. Bu basit malumat o zaman, bir büyük gerçeğin kuluçkası ve cevher madeni olmuş, mevsimi gelince de, ebedlere kadar “Ensar” nâm-ı celîliyle serfiraz olacak Medine halkının etekleri mücevherlerle dolmuştu.

Bu ilk altı kutluyu, daha sonra, ayrı bir on bahtiyar takip etmiş, müteâkip sene de, içinde kadınların da bulunduğu yetmiş kişilik bir kudsîler topluluğu ikrarlarını ilan, teslimiyetlerini ifade ve Resûlullah’ın çağrısına “evet” demenin yanında, Efendimiz’i Medine’ye davet etmek üzere, yine bir kuytu yerde o Ebedî Halaskâr’la görüşmüş, biat etmiş ve O’na “Buyurun beldemize!” demişlerdi. Ciddiydiler; O’nun getirdiği her şeyi kabullenecek, O’na teslim olacak, nefislerini, kadınlarını, çocuklarını koruma mevzuunda gösterdikleri aynı hassasiyeti O’na karşı da gösterecek, O’nu bağırlarına basacak, koruyacak ve canlarından aziz tutacaklardı. Bunun karşılığında da Allah onlara Cennet vaad ediyordu. Anlaşma tamam.. Resûlullah mütebessim.. Ensar memnun.. ve Medine’nin kapıları da Muhacirlere ardına kadar açıktı.

Üçer-beşer Mekke boşalıyor.. açık-kapalı herkes Medine’ye akıyor.. hicret edenlerin fedakârlığı, Ensar’ın îsâr ruhuyla bir başka televvüne ulaşıyor ve derken arz yolculuğu âdeta miraçlaşıyor, semavîleşiyor ve mekân üstü âlemlerde meleklerin seyahati çizgisini buluyordu. Tabiî, arzdaki bu semavî yolculuğun en son kafilesi de yine peygamberlik kafilesinin sonuncusuyla noktalanıyordu. Ama her mazhariyetin maruziyet çizgisinde cereyan esprisiyle, O’nun hicreti de “Belanın en çetini hep peygamberlerin başına…”[2] esasına göre gerçekleşiyor ve o korkunç ölüm vadileri teslimiyet ve tefviz kanatlarıyla aşıla aşıla münevver beldeye ulaşılıyordu.. hem öyle bir ulaşılıyordu ki, ne Sürâka’nın o günkü ruh haleti itibarıyla sirkatinden daha karanlık düşüncelerine, ne Sevr Mağarasının içinde ve dışındaki çıyanların ağına, ne de yoldaki haramilerin fiilî insafsızlığına maruz kalınıyordu. Sürâka sahabeliğe namzet bir dosta dönüşüyor.. Büreyde arkadaşlarıyla beraber İslâm’la tanışıyor.. ve derken o Gül İnsan, tipinin-boranın estiği yollarda, her yanı gül bahçesine çevire çevire köyüne yürüyordu…

Duyguları kan, düşünceleri kan, gözleri kan bir sürü kanlı deli Mekke’de esire dursun; Allah Resûlü, Medine halkının “seniyye-i veda” türküleri arasında otağını, bugünkü yeşil kubbenin bulunduğu bir kutlu yere kuruyor ve mescitle iç içe mübarek hanesine yerleşiyordu… yerleşiyor, sonra da İlâhî mesaj ve ruhunun ilhamlarıyla çevreye hayat üflemeye başlıyordu. –O hayatın kaynağına da, onu üfleyene de ruhlarımız feda olsun! –

Hazreti Âdem, hicret mânâ ve ruhunun vaad ettiği uhrevî enginliğe ulaşmak için, Cennetten dünyaya uzanan bir uzun sefere çıkmış… Hazreti Nuh, karalardan sonra denizlerde de ürperten bir seyahate katlanmış… Hazreti İbrahim, Babil, Hicaz, Kenan ili deyip durmadan dolaşmış… Hazreti Musa, anne evinden Firavun sarayına, oradan da Mısır ve Eyke arasında hep mekik dokumuş durmuş… Hazreti Mesih eski peygamberlerin geçtiği bütün köprülerden geçmiş… ve bu dönemin ilk kudsîleri de eski dünyanın hemen dört bir yanına irşad ekipleri tertip etmişlerdi.

Çağın kudsîlerine gelince; onlar “Kim Allah yolunda hicret ederse, yeryüzünde gidecek, barınacak birçok yer ve genişlik bulacaktır. Kim evinden Allah rızası için ve Resûlullah’ın yolu deyip ayrılıp da yolda ölecek olursa, onun mükâfatı Allah’a aittir.”[3] diyerek dünyanın her yanına dağılacak ve asrın gerektirdiği usûl ve metodlarla soluklarını her tarafa duyuracaklardır. Onların bu hicretleri sayesinde imana, Kur’ân’a uyanacaklar olabileceği gibi, vicdanlarında dostluğu ve diyalogu duyanlar da bulunacaktır.

Evet onlar, Hira Dağından ruhlarına akseden mirası, gezip her yerde soluklayacak… ümitsizlikle uyuşmuş gönüllere diriliş yollarını gösterecek… mantıkla ilâhî vâridâtı birden duyup, herkese duyuracak… kalp ile Kur’ân arasındaki engelleri kaldırarak şu birkaç asırlık ayrılığı sona erdirip en büyük buluşmayı sağlayacak ve hareketlerinin tamamen iman, aşk ve heyecan yarışı olduğunu günümüzün sarsık, yeisle kıvrım kıvrım ve tutarsız çocuklarına öğreterek, onları fâni hayatın dar ve boğucu atmosferinden kurtarıp bir kere daha onlara var ve hür olma yollarını, sevme ve saygılı davranma adabını öğreteceklerdir.

***

Yitirilmiş Cennete Doğru / SIZINTI Ekim 1985

Sevgini paylaş

Leave a Reply

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir