Hicret Yurdunu, Barışın Kubbesi Yapma

Hicretten sonra muhacirlere düşen önemli vazifelerden birisi de kendilerine kucak açan, sahip çıkan ve Ensar olan toplumla birlikte ortaklaşa projeler geliştirip hicret diyarının kalkınmasına katkıda bulunmanın yanında manevi imarına da yardımcı olmaktır. Allah Resûlü (aleyhissalâtu vesselâm), muhacir ve Ensâr’a bu hedefi gösterirken Medine-i Münevvere’yi nazara verir ve şöyle buyurur: “Medine,  İslam’ın/sulhun kubbesi, imanın/güvenin vatanı ve hicretin yurdudur. Bir de helal-haram, hak ve adalet anlayışının tam olarak gözetildiği yerdir.” 

Hicret Yurdunu Barışın Kubbesi Yapma

İnançlarını, ahlakî ve insanî değerlerini yaşama ve yaşatma adına dünyanın farklı coğrafyalarına göç eden muhacirlerin bir misyonu da yaşadığı ülke ve şehirlerin  barışına katkıda bulunmaktır. Allah Resûlü, hadisin başlangıcında “Medine,  İslam’ın kubbesidir!” derken ıstılahî anlamıyla İslam dinini  kastettiği kadar aslında kelimenin literal manası olan sulh ve barışı da  kasteder. Dolayısıyla bu ifade, kavramın her iki anlamını da içine alacak şekilde anlaşılmalı ve öyle tercüme edilmelidir.

Sözlükte İslam, “sulh ve selâmet maksadıyla boyun eğmek, tabi ve teslim olmak, kurtuluşa ermek, barış yapmak, barış ortamına girmek” gibi manalara gelen “silm” kökünden türetilmiş bir kelimedir. Kelimenin örfte kazandığı anlam ise “doğruya ve hakka uyma” anlamıdır ki hadisin tam olarak anlaşılması ve yaşanması için bunun da göz ardı edilmemesi gerekir. Buna göre muhacir, “hicret yurdunun”, barışın, doğruluğun, hak ve adaletin merkezi haline gelmesi için azami gayret sarf eden ve yaşadığı şehirlere/ülkelere kendisinden beklenen bu katkıları sunabilen kimsedir. Bir taraftan toplumsal barışa katkıda bulunurken diğer taraftan içtimaî sulhu korumak da önemli bir sorumluluktur. Aksi taktirde insan içtimaî sulha zarar verdiği ölçüde  mesul olacaktır. 

Bunun içindir ki Allah Resûlü (aleyhissalâtu vesselâm), hak, hukuk ve adalet tanımayıp yaşadığı şehirlerin barış ve güven ortamına zarar verenleri cehennem azabına karşı uyarır: “Benden sonra karanlık geceleri aratmayacak fitneler yaşanacak. O dönemde mümin olarak sabahlayacak -fakat yaşanacak fitneler karşısında itikat ve istikametini koruyamayıp-  kafir olarak akşama girecek.” Orada hazır bulunanlardan birisi “Ey Allah’ın Resûlü! Şayet biz o döneme ulaşırsak ne yapalım?” diye sorar. “Evlerinize kapanın ve tamamen zikirle meşgul olun!”cevabını verir. Aynı şahıs, “Ya Resûlellah! Şayet evimize de girilirse ne yapalım?” deyince, “O zaman eline hakim ol ve kimseyi öldürmeye kalkışma! Öldürülen ol ve fakat öldüren olma! Zira bir kimse ‘İslam’ın kubbesinde’ yaşadığı halde, kardeşlerinin kanını döker malını gasp eder ve Rabbine isyan ederse cehennem ateşi onun için vacip olur.”buyurur.

Dolayısıyla hicret yurdunda muhacirin ilk vazifesi, inandığı ve yaşadığı evrensel insanî değerleri çevresiyle paylaşarak hicret yurdunu barışın kubbesi haline getirme gayretidir. Şayet göç ettiği ülkede/şehirde gerçekten tam olarak bu değerler hakim ise o zaman bu ilkelerin daha da yerleşmesine ve barışın daha da kökleşmesine ve bütün insanlığı içine alacak şekilde yaygınlaştırılmasına destek olmalıdır. 

Hicret Diyarını, Hak ve Adalet Yurdu Kılma

Allah Resûlü’nün Medine ile ilgili beyanlarında nazara verdiği son nokta ise hak ve adalet anlayışıyla ilgilidir:”Medine helal ve haramlara tam olarak riayet edilen bir diyardır.” Genel tanımıyla haram, bir kimseden kesin olarak yapılmaması istenen her fiil ve davranışı ifade eder. Helal ise bunun tam zıttıdır. Allah Resûlü burada özellikle haram ve helal kavramlarını  kullanarak bu câmi’ iki terimle hak ve adalete vurgu yapmıştır. Zira her iki kavram hem Allah haklarını hem de fert ve toplum haklarını içine alan geniş  muhtevaya sahip terimlerdir. Bu açıdan ifade bütün bir toplumu kuşatan bir manaya sahiptir. Buna göre şehirleri bir “belde-i tayyibe” haline getiren ve oraları yaşanılır kılan önemli dinamiklerden birisi de orada helal ve harama yani hem Allah hem de insan haklarına dikkat etmek, bir diğer ifadesiyle adaleti tesis etmektir. 

Din, haram ve helallerden yani emir ve yasaklardan ibarettir. Ancak her iki kavramı da hak ve adalet  terimlerinden ayrı düşünmek mümkün değildir. Zira kulları ilgilendiren haramlar-helaller kişilerin şahsıyla ilgili olduğu kadar içinde yaşadığı toplumla da alakalıdır. Bir kimsenin helal ve haramlara dikkat etmesi hem Allah’a hem kendine hem de  topluma karşı sorumluluklarını tam olarak yerine getirmesi demektir. Böylece o hem kendisini hem de içinde yaşadığı toplumun bireylerini koruma altına almış olur. Aksi taktirde helal ve haramların sadece yeme-içme ve giymeyle sınırlandırıldığı bir toplumda hak ve adalet ihmale uğrar; fertlerin hakları zayi olur, adaletin yerini zamanla zulüm alır. 

Dolayısıyla muhacirin bir vazifesi de yaşadığı mekanları hak ve adaletin tam olarak yaşandığı ve yaşatıldığı bir merkeze dönüştürmek;  adalet denilince ilk akla gelen yerler haline gelmesine katkıda bulunmaktır. Bunun için muhacirin, içinde yaşadığı hicret toplumuyla birlikte hareket ederek her hak sahibinin hakkını alması ve adaletin tam olarak gerçekleşmesi adına mücadele etmesi hicretinin önemli bir meyvesidir. 

Sonuç

Hicretten maksat sadece zulümden kurtulma ve inancını daha hür bir ortamda yaşama meselesi değildir. Bu, her ne kadar mukaddes göçün bir gerekçesi olsa da mü’min için asıl hedef, hicret ile sahip olduğu manevî ve evrensel değerleri bütün bir insanlıkla paylaşma yollarını araştırma ve yaşadığı mekanları barışın, emniyet ve güvenin, iyilik ve güzelliklerin, huzurun hakim olduğu bir cennet bahçesine çevirme  gayreti olmalıdır. Allah Resûlü hicret diyarı Medine’yi, şirk, kavga, savaş, yalan, aldatma, kin, nefret buğz vb.. her türlü kötülüklerden arındırıp sevgiyi, merhameti, kardeşliği ve sulhu hakim kılmış ve yaşadığı hicret yurdunu insanlık medeniyetinin bir merkezi haline  getirmiştir. 

O, Medine’yi harem bölge ilan etmiş ve sadece insanlarının değil hayvanlarının ürkütülmesini, çevresine ve bitki örtüsüne zarar verilmesini dahi yasaklamıştır.  Bu yönüyle Medine’yi canlı cansız her şeyin ve herkesin emniyette ve kendisini güvende  hissettiği bir barış şehri olarak inşa etmiştir. “Benim evimle minberim arası cennet bahçelerinden bir bahçedir.”10 buyurmuş ve muhacirlerin omuzlarına, yaşadıkları mekanları cennetlere dönüştürme  vazifesi yüklemiştir. Dolayısıyla muhacirler, en dar dairede kendi hanelerinden işe başlayarak en geniş dairede bütün bir  insanlığı içine alacak şekilde çevrelerini maddî-manevî “cennetleştirme” gayretinde olmalıdır. Muhacir, insanlığa karşı bu manadaki sorumluluklarını yerine getirdiği ölçüde göçü hicret, kendisi de hakiki muhacir olacaktır.

https://www.peygamberyolu.com/hicret-yurdunu-barisin-kubbesi-yapma/

Sevgini paylaş

Leave a Reply

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir