Tebliğ, peygamberlerin ve peygamberimiz’in varlık gayesidir. Onlar tebliğ için yaratılmışlardır. Biz, bu vazifeyi yaparken sadece bir sorumluluğu yerine getirmiş oluruz. Hâlbuki Peygamberler, onu, yaratılış gayeleri olarak yaparlar.

Cenâb-ı Hak, Efendimiz (sas) için “Ey Resûl! Rabbinden Sana indirileni tebliğ et. Eğer bunu yapmazsan, O’nun elçiliğini yapmamış olursun.” (Mâide sûresi, 5/67) buyuruyor. Resûl-i Ekrem Efendimiz’e yapılan bu ikaz elbette ümmet-i Muhammed için de geçerlidir. Yani nasıl ki, Nebi Aleyhisselâm kendisine yüklenen vazifeden kaçamıyorsa, siz de size tevdi edilen emanetten kaçamazsınız. Tebliğ vazifesini iş edinenlerin, Allah Resûlü’nün tavır ve hareketlerinden alacakları çok dersler vardır. Evet, gönüllere girmenin, başkalarına müessir olmanın ve kalplere taht kurmanın tek şartı, Allah Resûlü’nün yaptığı gibi, söylenen her şeyi, evvelâ söyleyenin kendisinin yaşamış olmasıdır.

Allah Resûlü’nün, yaptığı tebliğ vazifesi karşılığında dünyevî veya uhrevî herhangi bir talepte bulunmadı ki, bu da O’nun peygamberliğine ayrı bir delildir. Zira böyle davranmak, bir peygamber ahlâkıdır. Kendisinden sonra bu ahlâk üzere hareket edenlere gelince, işte asıl tebliğci ve dava adamı onlardır. Kur’ân, kimseden bir ücret beklemeyen bu insanlara tâbi olmayı emretmekte ve “Onlara uyun!” demektedir. (Yasin, 36/21) Hz. Hatice’ye ait servet, hakkı yayma uğrunda eriyip gitmişti ve her şeye rağmen Allah Resûlü, kendi adına kimseden bir şey talep etmemişti.

Allah Resûlü, muhataplarından herhangi bir talepte bulunmadığı gibi, bir de onlardan gelen çile ve ızdıraba katlanmak zorunda kalıyordu. Kaç defa baştan aşağıya toz-toprak içinde bırakılmıştı da kızları Zeynep’ten, Fatıma’dan başka yardımına gelen olmamıştı. (Buhari, salat 109) Ve yine kaç defa geçeceği yollara dikenler serpilmiş, mübarek ayakları kan-revan içinde kalmıştı.

İki Cihan Serveri’nde tebliğ, bir huy, bir cibilliyet hâlindeydi. O, temiz bir gönül bulup da, ona tebliğde bulunamadığı zaman bizim yemek yemediğimiz, içecek su bulamadığımız hatta havayı teneffüs edemediğimiz anlardaki sıkıntıya benzer bir sıkıntı içine girerdi ve âdeta yemeye içmeye karşı lâkayt idi. Bazen günlerce üst üste oruç tutardı. (Buhari, savm 20) Bazen de ölmeyecek kadar yerdi. Sanki tebliğ sancısı, O’nda iştiha bırakmamıştı. Melekler nasıl tesbihle yaşıyorsa Hz. Muhammed (sallallâhu aleyhi ve sellem) de tebliğle yaşıyordu. Mesajlarına temiz sine bulabilirse o gün zindeydi. Kur’ân‑ı Kerim, O’nun bu durumunu anlatırken şöyle buyurur: “Resûlüm! Onlar iman etmiyorlar diye âdeta kendine kıyacaksın.” (Şuara, 26/ 3) Ve yine başka bir âyette, O’na şöyle ferman eder “Bu Kur’ân’a inanmazlar diye neredeyse arkalarından kendini harap edeceksin.”(Kehf, 18/6)

Allah Resûlü, tebliğde çok hırslıydı. Kendisine hak ve hakikatler anlatılmadık tek insan dahi kalsın istemiyordu. Onun için hiç durmadan ciddî bir tehâlükle çırpınıyor ve önüne gelen herkese, usûlüne uygun olarak tebliğde bulunuyordu. Bütün hayatı boyunca Allah Resûlü’nün gözlerine doğru dürüst uyku girmedi. Çünkü O, bütün insanlığın derdiyle dertliydi. Evet, “Hayatında gözlerini yumup, rahat bir uyku uyumadı.” sözü ancak İki Cihan Serveri’ne isnat edilirse doğru olabilir; zira O’nun hayatı hep tebliğ içinde geçmiştir.

Mekke döneminin ilk yılları, panayır panayır, sokak sokak gezer ve nerede bir Pazar kurulsa, Allah Resûlü muhakkak gider ve orada bulunanları Hak Dine davet ederdi. Bu uğurda sayısız hakaretlere maruz kalır, horlanır, başına taş-toprak atılır; O bunların hiçbirine takılmadan hedefine yürürdü. Melekler O’nun yüzüne bakmaya kıyamazken gel gör ki, Mekke müşrikleri, o yüze tükürüyorlardı. Güneş, hararetiyle O’nun tenini incitmesin diye bazen bulutu yüzüne bir peçe gibi çekmesine karşılık, yüzü suyu hürmetine yaratıldığımız o dırahşan çehreye hakaretlerin en galizleri savruluyordu. Bir defasında Kâbe’de durmuş namaz kılıyordu. Müşrikler başına üşüştü ve O’nu tartaklamaya başladılar. O anda orada Hz. Ebû Bekir vardı ve yetişti: “’Rabbim Allah’ dediği için bir insanı öldürecek misiniz?” diyerek Allah Resûlü’nü müdafaa etti. (Buhari, fedailül-ashab) Bütün bunlar aralıksız oluyordu. Ama olup-biten bu hâdiseler asla O’nu yolundan döndüremiyordu. Kızına hitaben O: “Ağlama kızım, Allah babanı zayi etmeyecektir.” demişti! ve Allah (celle celâluhu) da O’nu asla zayi etmemişti. Milyonların gönlünü, O’na ebedî mâkes eylemişti…

Allah Resûlü’nün huzuruna bir genç gelir. Sahabe, bu gencin ismini sarahaten zikretmez; ancak bazı rivayetleri tevhid edip birleştirdiğimizde, bu gencin Cüleybib (radıyallâhu anh) olduğu anlaşılıyor. Bu genç gelir ve: “Yâ Resûlallah, zina için bana izin ver, çünkü tahammül etmem mümkün değil.” Der. Orada bulunanların reaksiyonu çeşitli olur. Kimisi ağzını kapamak ister ve “Resûlullah’a karşı böyle terbiyesizce konuşma!” îmasında bulunur, kimisi eteklerinden tutup çeker. Kimisi de suratına bir tokat vurmak niyetindedir. Ama, bütün bu olumsuz davranışlara sadece şanı yüce Nebi, şefkat peygamberi ve merhamet âbidesi susar; onu dinler, sonra da yanına çağırır, dizlerinin dibine alır ve oturtur. Buraya kadar olan muamelesiyle zaten onu büyülemiştir.. ve büyülenmiş bu insana sorar: Böyle bir şeyin senin ananla yapılmasını ister miydin? – Anam babam sana feda olsun Ey Allah’ın Resûlü, istemezdim. – Hiçbir insan da, anasına böyle bir şey yapılmasını istemez! – Senin bir kızın olsaydı, ona böyle bir şey yapılmasını ister miydin? – Canım sana feda olsun yâ Resûlallah, istemezdim. – Hiçbir insan da, kızı için böyle bir şey yapılmasını istemez! – Halanla veya teyzenle böyle bir şey yapılmasını ister miydin? – Hayır, yâ Resûlallah, istemezdim! – Kız kardeşinle ister miydin bir başkası onunla zina etsin? – Hayır, hayır, istemezdim.! Hiç kimse de, halasıyla, teyzesiyle ve kızkardeşiyle zina edilmesini istemez. Evet, bu muhavere ile akıl mantık plânında Allah Resûlü, bu genci avucunun içine almış ve âdeta teneşir tahtasına uzatmış ve onu bir meyyit hâline getirmiştir. Ve artık sadece yıkaması kalmıştır. Elini bu gencin göğsüne koyar ve şöyle dua eder “Allahım, bunun günahını bağışla, kalbini temizle ve namusunu muhafaza buyur.” (Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, 5/256) Cüleybib, bu duadan sonra iffet âbidesi hâline gelmiştir. Gelmiştir ama, daha önceki hayatı bilindiği için, kimse ona kız vermemektedir. Derken yine Allah Resûlü, araya girer ve Cüleybib evlenir.[2] Evlendikten sonra ilk muharebede de şehit düşer. Muharebe sonunda Allah Resûlü, etrafındakilere sorar: “Hiç eksiğiniz var mı?” Cevap: “Yok, yâ Resûlallah, hepimiz tamamız!” Ama, Allah Resûlü: “Benim bir eksiğim var.” Der. Ve Cüleybib’in başucuna gelir. Tam yedi kişi öldürmüş, sonra da o öldürülmüştür. Başını dizine koyar ve şöyle buyurur:  “Bu Cüleybib benden, ben de bu Cüleybib’denim.” Ve Cüleybib, bu pâyeye kavuşarak ötelere uçar. (Müslim, fedailüs-Sahabe 131)

Tebliğ adamı müsamahalıdır. Müsamaha, aslında bir ufuk genişliğidir ve asla ‎dâvâdan taviz verme anlamına da gelmez. Bir misal ile bunu biraz daha açacak ‎olursak; Allah Resûlü’nün (s.a.s) Mekke fethinde, kendisini daha önce Mekke’den ‎çıkaran ve bütün Müslümanlara her türlü işkenceyi reva gören insanlara karşı ‎söylediği söz, müsamahanın en göz kamaştırıcı örneklerindendir. Efendimiz, o gün ‎Mekkelilerin kendisinden ne beklediklerini sorar. Onlar da: ‘Sen kerimoğlu ‎kerimsin. Beklediğimiz sadece keremdir’ derler. Ve kerem ile mukabele görürler. ‘’Gidin bugün kınama yoktur..’’ (Yusuf sûresi, 12/92) ifadesi ‎Kur’ân’da, Hz. Yusuf’un (a.s) kardeşlerine söylediği söz olarak nakledilmektedir. ‎Hâlbuki Allah Resûlü (s.a.s) bu müsamahayı hiç akrabası olmayanlara ‎göstermiştir. Evet, O’nun keremi Yusuf’tan çok artıktır.‎

Hz. Muhammed Aleyhisselâm’ın tebliğde kullandığı dinamiklerden biri de, O’nun yaşayışının, temsil ettiği makama tıpatıp mutabakatıdır. Evet, O, dediklerini ve söylediklerini öyle temsil ediyordu ki, O’na bakan bir insan, başka hiçbir delile ihtiyaç duymadan Cenâb-ı Hakk’ın varlığına kanaat getirirdi. Hatta çok defa sadece O’nu görmek, O’nun peygamberliğini kabul etmeye yetiyordu. Abdullah b. Revâha, ne güzel söyler: “Eğer O, apaçık mucizelerle gelmiş olmasaydı, sadece O’nu görmek, O’na inanmaya yeterli sayılırdı.” (Kadı Iyaz, eş-Şifa 1/249)

 O’nun getirdiği mesajı tebliğ ederken kullandığı usûl ve metotların; hem O’nun Allah’ın Resûlü olduğunu ispat eden önemli bir delil hem de kendisinden sonra tebliğ vazifesini yapmak isteyenlere, yanıltmaz, şaşırtmaz bir yoldur. Biz kat’iyen inanıyoruz ki, Allah Resûlü’nün tebliğ metodu kullanılmadan, devamlı ve sürekli muvaffakiyetten söz etmek mümkün değildir. Bunun mümkün olmadığını pratikte ispat eden binlerce hâdise vardır. Onun için kat’î bir kanaat ve yakînî bir imanla bir kere daha hatırlatıyoruz ki; insanlara rehber ve imam olmak isteyenler veya bu durumda bulunanlar, bu mihrabın ebedî imamı Hz. Muhammed Mustafa’ya (sallallâhu aleyhi ve sellem) uymalıdırlar. Hakikî rehber O’dur ve O’nun açtığı yol da, hakikî hidayet yoludur. Zira “O, kendi hevasından konuşmaz, ne dediyse muhakkak vahiydir…” (Necm, 53/3-4)

‘Emr-i bi’l-maruf, nehy-i ani’l-münker’ yapma, bir kenara çekilip kendini ibadet ü taate vermekten daha üstün bir ibadettir. Eğer bu kudsî vazife, şahsî ibadetlerden daha üstün olmasaydı, Allah Resûlü (s.a.s) evinden dışarıya çıkmaz; daimâ Cenâb-ı Hakk’tan gelecek tecellilere gönlünü makes yapmakla meşgul olur ve insanların arasına hiç mi hiç girmezdi. Ve yine eğer bu vazife diğer amellerden, bilhassa uzletten daha hayırlı olmasaydı, bizzat Efendimiz (s.a.s): ‘’Ey örtüsüne bürünen Nebi! Kalk ve insanları inzar et!’’ (Müddessir, 74/1,2) hitabına muhatap olmazdı. Evet, din bütünüyle nasihattır. Din, ‘emr-i bi’l-maruf, nehy-i ani’l-münker’dir. Allah Resûlü (s.a.s), ashabına bu fermanı vermiştir. O (s.a.s): ‘Din nasihattır’ deyince sahabi: ‘Kimin için (nasihattır)?’ diye sormuş, Efendimiz (s.a.s) de: ‘Allah için, Kitabı için, Peygamberi için, Müslümanların imamları için ve bütün Müslümanlar içindir’’ (Muslim, İman 95) cevabını vermişti.

O hâlde mü’min, durup dinlenmeden Rabbini anlatacak ve onun en büyük meselesi de yine Rabbini anlatmak olacaktır. Hem o, kendisini öylesine bu işe verecektir ki, Rabbini anlatamadığı gün, uykuları kaçacak, iştahtan kesilecek ve o günü yaşamamış kabul edecektir. Ve yine onun en büyük dertlerinden biri de Allah Resûlü (s.a.s)’nü anlatmak olacaktır. O’nun bu kudsî dâvâ uğrunda yaptıklarını, katlandıklarını anlatacak, anlatacak ve inanan insanların O’nu örnek almalarını sağlayacaktır. Keza, Rabbinin kendisine bir name, bir davetiye olarak gönderdiği kitabullahı anlatacaktır. O kitap ki, Rabbimiz onu bize rehber ve yol gösterici olarak göndermiştir. O kitap ki, şeref ve haysiyetimiz ona emanet ve ona bağlılığımızla orantılıdır. Tarihin şehadetinden biz bunu anlıyoruz. İslâm âlemi, ne zaman ona sarılmış ve onun hükümlerini içine sindirerek yaşamışsa, hep zirvelerde dolaşmış; ne zaman da elini ondan gevşetmişse derbeder olmuştur.

Sevgini paylaş

Leave a Reply

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir