Anne Baba Hakkı

Anne Baba Hakkı Dünyaya gelmemize vesile olan anne ve babamız, sebepler dairesi içinde bizim hayat kaynağımızdır. Her insan, güçsüz ve aciz bir konumda iken, Rabbimizin lütfu keremiyle, anne ve babasının o engin şefkat ve merhamet dolu sinesinde hayata adım atar. Belli bir yaşa kadar da onlar bizim için her türlü fedakârlığı yaparlar. Yemez yedirir, giymez giydirirler. Evlatları için her türlü zorluğa göğüs gererler. Onlar, bizim ilk rehberlerimizdir. Anne ve baba, bir insanın en başta hürmet etmesi gereken en önemli iki kudsî varlıktır. İslâm’ın anne ve babaya verdiği değer çok büyüktür. Fakat asrımızda yıkılıp giden pek çok değer gibi anne ve babaya karşı saygı ve hürmet de yıkılıp gitti. Ne yapsak haklarını ödeyemeyeceğimiz anne ve babalarımız adeta birer yük gibi kabul edilir oldu.

Halbuki Rabbimiz, anne ve babaya çok ama çok kıymet vermiştir. Cenâb-ı Hakk’ın kıymet verdiği bu iki önemli kıymete evladın değer vermemesi büyük bir talihsizliktir. Mevzuumuzu bir âyet-i kerimeyle açmaya çalışalım: “Rabbin, sadece kendisine kulluk etmenizi, ana-babanıza da iyi davranmanızı kesin bir şekilde emretti. Onlardan biri veya her ikisi senin yanında yaşlanırsa, kendilerine “öf” bile deme; onları azarlama; ikisine de güzel söz söyle. Onlara merhametle tevazu kanadını indir ve: “Rabbim! Küçüklüğümde onlar beni nasıl yetiştirmişlerse, şimdi de Sen onlara (öyle) rahmet et!” diyerek dua et.” Ayet-i kerimede Allah (celle celâluhû), kullarına, anne ve babalarına karşı iyilikle muamelede bulunmalarını emretmektedir. Burada peygambere inanma bile konu edilmemiş, önemine binaen sadece Allah’a ibadet edilmesi gerektiği hakikatinden hemen sonra anne ve babaya iyi davranma konusunda tahşidatta bulunulmuştur. Herhangi bir karışıklığa yer vermemek için de Allah’a ibadet kaydı konulduktan sonra anne-babaya sadece “ihsan” kaydı konulmuştur. Yani ibadet Allah’a, ihsan ise anne-babaya yapılacaktır. Ayet-i kerimede “Onlardan biri veya her ikisi senin yanında yaşlanırsa” buyrulmaktadır. Burada zihinlere “Acaba böyle buyrulmasının sebeb-i hikmeti ne olabilir?” şeklinde bir soru gelebilir. Bu soruyu şöyle cevaplandırmak mümkün: Evvela âyetin en başında anne ve babaya ihsanın önemli olduğu bildirilmişti. Bu ifadelerde ise, yaşlılık dönemine ulaşırlarsa o zaman anne-babaya yapılacak ihsanın pahasına paha ilave edileceği ve böylelikle ihsanın, altın iken zebercet kakmalı olacağı haber verilmektedir. Çocuklar gibi duygusallaşıp nazlandıkları, daha ziyade duyguları ile hareket edip, değişik beklentilere girdikleri yaşlılık döneminde onlar, Hakk nazarında kendisine eş ve ortak koşmamaya denk bir hak elde etmektedirler. On, yirmi, otuz, kırk hatta elli.. sene beraber yaşamış olan bu çiftlerden biri yalnız kalınca, hayat arkadaşının göçüp gitmesi, onun iç dünyasında büyük fırtınalar meydana getirir. Hayatlarını huzur ve saadet içinde geçirmiş kimseler, çok defa mezarlarda hayat arkadaşlarının başında ağlarken görülürler. Hayat arkadaşının -kadın olsun, erkek olsun- gidişi ile meydana gelen boşluğu doldurmak artık çocuklarına kalmıştır. Onu alıp -adı huzurevi bile olsa- bir yere götürüp atmakla onun içindeki boşluk doldurulamaz ve ona zulmedilmiş olur. Zira sadece yaşlılığın ya da arkadaşlarının birer birer göçüp mezara gitmesi ve her göçenin ona ölümü hatırlatması gurbetiyle birlikte, bir de eşini kaybetmesiyle onun içinde büyük bir boşluk meydana gelmekte ve ruhunu müthiş bir yalnızlık sarmaktadır. İşte bu boşluğu da ancak onun çocukları doldurabilir. Onun için Kur’ân, bu âyet-i kerimede onların her ikisine birden veya ikisinden biri yalnız kaldığı zaman ihsanla muamelede bulunulmasını emretmektedir. Kur’ân’ın burada kullandığı “ihsan” tabiri çok önemlidir. Bu tabir, aynı zamanda “Hakk’ı görüyor gibi ibadet yapmak” mânâsına da gelmektedir. Dolayısıyla çocukların da, anne ve babalarına iyilikte bulunurken, Allah görüyor gibi davranmaları gerekmektedir. Onlardan sadece biri değil her ikisi birden de çocuklarının himayelerine muhtaç hâle gelebilirler. Onlar, belki bir dönemde birbirleriyle teselli olurlar ama çalışıp bir iş göremezler. Evlat, birisine bakacakken ikisine birden bakmak zorunda kalacaktır. Öyle ise bir yönüyle ikisinin birden kalması, evlat için bir külfet ve bir masraf; diğer yönüyle birinin göçüp gitmesiyle diğerinin yalnız kalması, onlar için bir gurbet, bir hasret ve bir hicrandır. Kur’ân, sesini bir kat daha yükselterek âyetin devamında, “Kendilerine ‘öf’ bile deme!” buyurmaktadır. Bu söz ile onlara karşı sergilenebilecek davranışların en küçüğü ifade edilerek, en büyüğünün yapılmasına set çekilmektedir. Mesela, anne veya babanın müspet bir teklifi karşısında evlat hiçbir şey söylemese, sadece “öf be” dese, o evlat bu kadarcık sözüyle bile adeta dünyasını yıkmış demektir. Hele hele bunun ötesinde anne-baba dövülemez, sövülemez, hangi mazeretle olursa olsun huzur evi tesellileriyle hicran ve hasrete atılamaz. Aksine onlara en iyi şekilde bakılması, sevgiye en fazla muhtaç oldukları yaşlılık dönemlerinde sevgi ve muhabbetle gönüllerinin hoş tutulması gerekir. Ayetin devamında ses bir perde daha yükseltilerek, “Onları azarlama”, onlarla ve onların yanında konuşurken sert konuşma, buyrulmaktadır. Kur’ân-ı Kerim, bu ifadelerin ardından da, “İkisine de güzel söz söyle, yani “vicdanları hep iyilik ve güzelliğe açık olanlar nasıl davranırsa öyle davran” diyerek evladın anne ve babasına karşı nasıl davranması gerektiğini öğretmektedir.

Daha sonra Kur’ân, sesini bir perde daha yükseltip, “Şefkat ve merhametle onların yanında tevazu kanatlarını yerlere kadar indir.” dedikten sonra bununla da yetinmeyip, “Ve: “Rabbim! Küçüklüğümde onlar beni nasıl yetiştirmişlerse, şimdi de Sen onlara (öyle) rahmet et!” diyerek dua et.” buyurmaktadır. Nitekim Hz. İbrahim (aleyhisselâm) de, “Ey Rabbimiz! (Amellerin) hesap olunacağı gün beni, anababamı ve mü’minleri bağışla!” diyerek dua etmiştir. Ayet-i kerimedeki, “Küçüklüğümde onlar beni nasıl yetiştirmişlerse” ifadesiyle insanın dünyaya ilk gelişi nazara verilmekte ve evlâda, o küçükken anne-babasının onu terbiye ettikleri, bazen karın, kucak ve göğüste bazen de sırtta taşıdıkları; onun için rahatlarını terk ettikleri ve yine onun için bir ev, bir araba, bir meslek ve mutlu bir gelecek temin edebilme düşünceleriyle hayatlarını programladıkları hatırlatılmakta ve onun yapması gerekenin ise sadece bir şükran ifadesi olduğu bildirilmektedir.

Anne babaya “öff” bile denilemez

“Şayet onlardan her ikisi veya birisi yaşlanmış olarak senin yanında bulunursa sakın onlara hizmetten çekinme, “öff!” bile deme, onları azarlama…” Allah u Teâlâ bu âyetle bir evladın anne babasına nasıl davranması, ne şekilde hitap etmesi konusunda ona yol gösteriyor. Bir evlat anne-babaya karşı, bırakın hakaret etmeyi, dövmeyi, kalplerini kırmayı ve onları yalnızlığa terk etmeyi, onlara karşı “öff” kelimesini bile kullanamaz. Kur’ân, ana-babaya saygısızlığın minimum çizgisini çizmiştir. Onlara “öff” kelimesini bile kullanmak yasak iken nasıl onlara saygısızca hitaplar, hakaretler, rencide edici davranışlar ortaya koyabiliriz? Bu açıdan “öff” kelimesinden ağır sayılabilecek her türlü davranış anne babaya karşı bir saygısızlık ve onlara karşı bir başkaldırı anlamını taşır. Anne babaya hürmet konusu çok hassas ve önemli bir konudur. Bu konuyu hiçbir insan hafife almamalıdır. Eğer basit bir mesele olsaydı, Cenâb-ı Hak da bu konu üzerinde bu kadar durmaz ve onlara karşı saygı konusunda bu kadar ince bir hat çizmezdi. Anne babaya karşı saygı ve itaat konularında sadece dinî ve millî terbiyeden uzak kalmış insanlar değil, bazen din adına, millet adına hizmet ettiğine inanan insanlar da çok ciddi hatalar yapabilmektedir. Oysaki insan bir taraftan Allah’ın razı olduğu işlerle meşgul olurken diğer taraftan da O’nun hoşnut olmadığı şeyleri yaparak iyiliklerini daha bu dünyada iken tüketmemelidir.

Anne-Baba Hakkı Mevzuunda Efendimiz Ne Buyuruyor?

Şu hadis-i şerifler, İnsanlığın İftihar Tablosu’nun (sallallâhu aleyhi ve sellem) anne-baba hakkı mevzuundaki hassasiyetini göstermesi adına çok manidardır: Bir Sahabi, cihada katılmak için Allah Resûlü’nün (sallallâhu aleyhi ve sellem) huzuruna gelerek O’ndan izin ister. Peygamber Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem), o kişiye -hayatta olduklarını bildiği halde- “Annen baban hayatta mı?” diye sorar. Sahabi, “Evet” cevabını verince Rahmet Peygamberi (sallallâhu aleyhi ve sellem), “Onlara (hizmet de cihad sayılır), sen onlara hizmet ederek cihad yap” buyurur. Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem), o Sahabinin annebabasının hayatta ve bakım ve görüme muhtaç olduklarını bilmektedir. O Sahabi, i’lâ-yı kelimetullah için cihada gitmek istemektedir. Cihad meydanında ise, hem şehit hem de gazi olma ihtimali vardır. Cihad, Allah’ın yüce adının bayraklaşacağı ve onun üzerinde bir vazifenin olmadığı büyük bir idealdir. O kadar ki, bir gün “Ey Allah’ın Resûlü! Allah yolunda yapılan cihada hangi amel denk olur?” diye soranlara O (sallallâhu aleyhi ve sellem), “(Başka bir amelle), ona güç getiremezsiniz!” buyurur. Soruyu soranlar, aynı soruyu ikinci ve hatta üçüncü sefer tekrar sorarlar. Nebiler Serveri ise her defasında aynı cevabı verip: “(Başka bir amelle) ona güç getiremezsiniz!” der ve sonra şunu ilâve eder: “Allah yolundaki mücâhidin misâli, gündüzleri ve geceleri hiç ara vermeden oruç tutup, namaz kılan, Allah’ın âyetlerine de itaatkâr olan ve cihaddan dönünceye kadar namaz ve oruçtan hiç gevşemeyen kimse gibidir.” İşte böylesine kendisine denk bir vazifenin olmadığı cihada gidilirken Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem), cihad için kendisinden izin isteyen kişiye arkada bıraktığı muhtaç anne ve babasının hicranlı durumunu nazar-ı itibara alarak “Onlara (hizmet de cihad sayılır), sen onlara hizmet ederek cihad yap!” buyurmuştur. Müslim’in bir diğer rivayetinde Sahabi, “Sana, hicret ve cihad etmek ecrini de Allah’tan istemek şartı üzerine biat ediyorum.” der. Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem), “Anne ve babandan sağ olan var mı?” diye sorar. Sahabi, “Evet, her ikisi de sağ” deyince, “Yani sen Allah’tan ecir istiyorsun!?” der. Sahabinin “Evet” cevabı üzerine de, “Öyleyse anne ve babanın yanına dön. Onlara iyi bak, (Allah’ın rızası ondadır)” buyurur. Başka bir rivayette Sahabi, “Ağlamakta olan anne ve babamı da geride bıraktım” der. Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem), “Öyleyse onların yanına dön, onları nasıl ağlattıysan öyle güldür, (Allah’ın rızası bundadır)” buyurur. Evet, anne ve babalarını bir yerlere götürüp bırakan ve onları terk eden talihsizler, vakit geçmeden onlara dönmeli ve onları ağlattıkları gibi güldürmelidirler. “Huzurevi” gibi boş tesellilere kapılmamalı ve kendilerine bağırlarını açan anne ve babalarını hicran ve hasret dolu bu yerlerden alarak bağırlarına basmalıdırlar. Zira onlar, evlatlarıyla birlikte olmak, torun sevgisi ile hayat bulmak ve her şeylerini paylaşabileceği insanların bulunduğu bir sıcak yuvada yaşamak isterler. Peygamber Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem), cihad veya hicret için izin istemeye gelen nice kişiyi anne ve babalarının bakım ihtiyaçları, yalnızlık ve hasretleri, yaşlılıkları ve düşkünlüklerini nazara alarak anne ve babalarının hayatta olup olmadıklarını sormuş sonra da onlardan bazılarını anne ve babalarına bakmaları için geri çevirmiş, bazılarına da değişik tavsiyelerde bulunmuştur. Mesela, “Ey Allah’ın Resûlü, ben gazveye (cihad) katılmak istiyorum, bu konuda sizinle istişare etmeye geldim.” diyen Hz. Câhime’ye (radıyallahu anhâ) “Annen var mı?” diye sormuş, onun “Evet” cevabı üzerine de, “Öyleyse ondan ayrılma, zira cennet onun ayağının altındadır.” buyurmuştur.


Konuya ilişkin Kahoot’a buradan ulaşabilirsiniz ;

Sevgini paylaş

Leave a Reply

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir