Hicretin yedinci yılıydı. İslâmiyet, Arap Yarımadası’nda hızla yayılmaya devam ediyordu. Ne yazık ki inkârlarında ısrarcı olan müşrikler yine rahat durmadılar. On yıl süreyle imzaladıkları Hudeybiye Barışı’nı daha iki yıl geçmeden bozdular. Allah Resûlü, müşriklerden antlaşmaya uymalarını tekrar istedikleri hâlde müşrikler, buna yanaşmayınca Mekke’nin feth edilmesine karar verildi.

      Efendimiz büyük bir ordu hazırladı ve on bin kişilik İslâm ordusu ana vatana, Mekke’ye doğru yola çıktı. Yıllar önce ayrıldıkları, doğup büyüdükleri şehre. Allah’ın evi Kâbe’nin bulunduğu kutsal şehre. Zorla bırakmak zorunda kaldıkları, gözlerinde tüten, sevilen şehre.

    Nihayet Efendiler Efendisi’nin kararlaştırdığı gün geldi ve İslâm ordusu, gül şehir Medine’den hareket etti. Mekke’ye gelip Kâbe’nin göründüğü bir tepede karargâh kurdular. Gece yakılan on bin ateşi, Mekke müşrikleri korkuyla seyretti. Zaten dağılmış olan ordularıyla İslâm ordusunun karşısında duracak hâlleri yoktu. Endişe ettikleri tek şey vardı. Yıllardır Yapmadık kötülük bırakmadıkları, hatta öldürmek istedikleri Muhammedü’l-Emîn acaba onlara ne yapacaktı? Hepsini uzak memleketlere sürgün edebilirdi. Esir edip pazarda satabilir, köle yapabilirdi. Ya da hepsinin öldürülmesi için emir verebilirdi. Fakat Allah Resûlü, bunların hiçbirini yapmadı.Yıllardır kendisine kötülükten başka bir şey yapmayan bu insanların hepsini affetti. Zaten O, bütün insanlığın kurtuluşu için gönderilmişti. Bu büyük merhamet karşısında Mekke müşrikleri, “Sen gerçekten Allah’ın peygamberi olmalısın.Bu kadar iyilik ve merhamet olsa olsa Allah’ın peygamberlerinde olur. Sen zaten bizim içimizde iyiliği ve güvenilirliği ile bilinen birisin.” demekten kendilerini alamadılar. 

     Arap Yarımadası’nda puta tapıcılığın merkezi olan Mekke, fethin ardından Müslümanların elindeydi. Müşriklerin gücü tamamen kırılmıştı. İlk önce Kâbe’deki putlar kırıldı ve kutsal mekân gerçek kimliğine kavuştu.

KANUNÎ SULTAN SÜLEYMAN VE KARINCA

   İstanbul’da güneşli bir günün sabahında Topkapı Sarayı’nın avlusunda bulunan Has Oda’nın kapısı açıldı.Başında görkemli bir kavuk taşıyan, uzun boylu genç adam ağır adımlarla arka bahçeye doğru ilerledi. Bu kişi, Osmanlı Devleti’nin kudretli hünkârı Kanunî’den başkası değildi.İşinden vakit bulduğu zamanlarda bir nefes almak için arka bahçeye çıkar, ağaçları ve denizin maviliğini seyrederdi. Deniz, güneş ve ağaçlar o gün de çok güzeldi. Fakat ağaçlardan birkaç tanesinin yapraklarını buruşturduğunu gördü. Hemen yanlarına yaklaştı ve dikkatle incelemeye başladı. Az  sonra ağaçların rahatsızlıklarının sebebini anlamıştı. Karıncalar sarmıştı güzelim dallarını. Aklına hemen bu ağaçları ilaçlatmak geldi. Böylece ağaçlar karıncalardan kurtulacak ve rahat bir nefes alacaklardı. Fakat birden durakladı. Karıncalarda can taşıyorlardı ama. Onlara zarar vermek doğru olur muydu? Bir türlü işin içinden çıkamayan Kanunî,meselenin çözümü için hocası Ebûssuud Efendi’yi aramaya başladı. Hocası odasında yoktu. Hemen oracıkta bulunan bir kâğıt parçasına kafasını kurcalayan soruyu, hem de çok edebî bir şekilde yazdı ve hocasının rahlesinin üzerine bırakarak oradan uzaklaştı. 

     Birkaç saat sonra hocası odasına gelmiş ve rahlesi üzerindeki kâğıt parçasını görmüştü. Eline hat kalemini alan Ebûssuud Efendi, talebesinin sorusunu yazdığı yerin altına bir şeyler karaladı ve kâğıdı yine rahlenin üzerine bıraktı.

     Kanunî Sultan Süleyman diğer işlerinden fırsat bulduğu bir an yeniden hocasının odasına uğradı. Hocası odasında yoktu fakat rahlenin üzerine bıraktığı kâğıt parçasında kendi yazısının dışında bir şeyler daha yazılmış olduğunu gördü. Merakla yazıya doğru eğildi. Okudukları karşısında ibretle tebessüm etti. Kâğıdın üst kısmında Kanunî’nin hocasına yazdığı soru vardı. Merhametli Hünkâr, hocasına şöyle diyordu:

   “Meyve ağaçlarını sarınca karınca

   Günah var mı karıncayı kırınca?”

Hocası Ebûssuud Efendi ise bu sorunun altına şu cümleleri eklemişti.

   “Yarın Hakk’ın divanına varınca

   Süleyman’dan hakkın alır karınca”

   Evet, gerçekten de hak çok önemliydi. İnsan olmanın gereği çevreyi devamlı korumak ve onların bizlere birer emanet olduklarının farkında olmaktı. Merhametimiz, o kadar büyük olmalıydı ki bir küçücük karınca bile bunun dışında kalmamalıydı. İşte bu ahlâk ile ahlâklanan Kanunî Sultan Süleyman bir karınca karşısında duraklamış ve onu incit mekten çekilmişti.


Konuya ilişkin Kahoot’a buradan ulaşabilirsiniz ;

Sevgini paylaş

Leave a Reply

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir