Hatıratımın hududunu geçen uzun bir zamandan beri tatlı bir Şeker Bayramı, said bir ıyd imrar ettiğimi bilmiyorum. Helecandan yorulan kalpler çarpıntısız, işmizazdan pörsüyen çehreler sarkık… Akraba ve ehibbanın bayram ziyaretine neşesiz, gönülsüz gidilirken, hin-i muayede söylenecek ümitbahş bir söz bulunamazken böyle günlere nasıl bayram diyebileceğimize yıllardan beri şaşıyorum.

Çocuk iken arife gecesi validemiz, dadılarımız bizi erken yatmaya mecbur ederlerdi. Çünkü erken kalkmak lazımdı. Fakat ertesi günün bize vaat ettiği şetaretin hayaliyle uyumak kabil mi idi? Bin türlü emeller ile yatağanın içinde bir sarhoş gibi döne döne sabahı bulurduk, henüz şafak atarken dışarıdan doğru gelen hafif, terlikli bir ayak patırtısı bize mevut sevinç dakikalarının vürudunu bildirirdi. Yatağımızda doğrulur, bir iki dakika sonra yanan ve ince beyaz bir çiçeklikteki açık pembe bir lale goncasına benzeyen mumun alevi karşısında uykusuz gözlerimiz dalardı. Oh! Bu sabahleyin alaca karanlıktaki mumun soluk ışığını hiçbir zaman unutama. Avrupa’da köylerde pek erken kalktığım günlerde bile yanan bir muma tesadüf etsem bayram sabahını, manevi feyzini anar, şimdi toprak olan, öpülen ellerin hasretine yanardım.

Uyanır uyanmaz ilk bakışım beni bir kenarda bekleyen, bana kolarını açar gibi duran yeni elbiselerimin gıcırtısı kulaklarıma gelen yeni potinlerimin hal-i kibarına müsadif olurdu.

Namazdan sonra valideynimin ellerini öperken aldığım dualarla insan ile melek arasında bir cism-i latif gibi yükselirdim. Bir müddet sonra hayat-ı resmiyeye duhûlümde bayramlık yeni elbiseler yerine amirlerimden göreceğim teveccühler, iltifatlar beni mest eylerdi.

Bugün bu saadet tasvirlerinin üstlerine birer siyah tül çekildi. Kaç bayram var ki ben de gülmedim. Kaç bayram var ki gözlerimden yaş yerine, ateşler saçarak gizli gizli ağladım. Zavallı milletimle beraber… Milletimle beraber her bahar, dalları budanan asma gibi can acısıyla ağlarken yine devri gelince mebzul bir meyva verebileceğimizi umuyordum. Fakat her mevsimde bir kasırga bütün tomurcuklarımızı koparır… Ezer ve bizi yerlere çarpardı.

Bu ulu ağaç yerlerde sürüne sürüne kurudu ve etrafını dikenler, ısırganlar bürüdü. Bu otlar büyüdü ve o, çürüdü. Zavallı koca asma! Bedbaht milletim!… Bedbaht Türkler! Sizin elmas ruhunuz bir kuyumcu eline düşmemiş. Nasiye-i ikbaliniz daim kaba taşçılar birer kitab-ı mezar hakketmek için çekiçlemişler.

Umum Şark bir Meşhed, bir Kerbela’dır. Türk, onun kurban- ı ezeli, şehit-i mütemadisidir. O şehitin hal-i hayatında bela libası ve gam gıdasıydı. Azap eğlencesi, mahrumiyet itiyadıydı.

Onun fıtrî belazedeliğini en milli ve en samimi şairinin nalelerinden anlamalıdır. Bu harabenin munis bülbülü bir baykuştur. Türk’ün milli şairi Fuzuli’dir. İnsanlara bir saadet vad eden aşk bile Türkler için bir beladır. Ah Şark’ta bela olan aşk, safa olan muhabbetten bin kere çok değil midir?

İşte! Fuzuli’nin veyahut o layemut Türk’ün Mecnun ile beraber temenniyatı:

Yarab belâyı aşk ile aşina beni!

Bir dem bela-yı aşktan etme cuda beni!

Az eyleme inayetini ehl-i dertten;

Yani ki çok belalara et müptela beni!

Oldukça ben, götürme beladan iradetim

Ben isterim belayı, çün ister bela beni

Temkinini bela-yı muhabbete kılma süst

Ta dost ta’n idüp dimeye bi-vefa ‘beni’!

Her mısrada, her nefeste tekerrür eden ‘bela’lara dikkat eden bir ecnebi bu duygudan, bu arzudan bir şey anlayamaz, bir zevk hissedemez. Fakat bu duygu ne kadar bizimdir! Ne kadar Türk’ündür!

Bu iptila-yı bela, bu ünsiyet-i bela hangi millette vardır? Hangi kavmin edebiyatında bela, felaket bu mertebe aşk ile şevk ile tertil olunmuştur?

Bu satırları kara bayramın arefe-i siyahında hirman ve hüsran ile yazarken bir dakika durdum. Sanki makalemi, bir nokta-i hitam yerine, bir damla göz yaşıyla bitirmek istedim.

Teraviden sonra bir köşeye büzülerek tespihini çeken akrabadan ihtiyar bir kadına sordum:

– Teyze! Bayramda benden ne istersin?

Durdu. Düşündü. Bir uhrevi hayal huzurunda gözlerini kapadı. Bütün endişesini derin bir ah içinde toplamak ister gibi acı acı içini çekti:

– Evlad, dedi, benim bu yaştan sonra arzum ne olabilir?

Kâbe-i Müslimin elimizden gitti. Şam’da kabrimin kazılmasını temenni etsem ah! O da…Susayım oğlum!… Ya Rabbi! Ya Rabbi! Ehl-i İslâm sen merhamet eyle Bundan daha kara bayramlar gösterme ilahi!…

Ve iki ellerini yüzüne kapayarak acı bir çığlıkla hüngür hüngür ağlamaya başladı. Bu feryat on dört asırlık cihan-ı itikadın korkunç zelzelesi idi.

Sevgini paylaş

Leave a Reply

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir