YÛSUF SÛRESİ 1.BÖLÜM

1.BÖLÜM

Mekke döneminin sonlarına doğru nazil olan ve 111 âyetten oluşan bu sûre, ismini, konusunu teşkil eden Hz. Yûsuf (a.s.)’ın kıssasından alır. Diğer Resullerin misyonlarının ibret dolu safhaları farklı sûrelere serpiştirilirken Hz. Yusuf’un hayatı ve misyonu (risaleti), daha tafsilatlı ve tarihî seyri içinde sadece bu sûrede anlatılır. Bir rüya ile başlayan, içinde başka rüyalar da bulunan ve rüyanın hakikatini, ayrıca rüyaların da dahil bulunduğu hadiselerin te’vilini, anlamını açıklayan bu sûre, köle olarak satıldığı bir ülkenin en saygın kişisi olan bir peygamber oğlu peygamberin hayat hikâyesi üzerinden dine hizmetin pek çok düsturlarını ortaya koyar.Yahudilerin telkini ile Mekke müşriklerinin Hz. Peygamber (sav)’e, “İsrâiloğulları Mısır’a niçin gittiler?” şeklindeki sorusuna, cevap bizzat Allah tarafından bu sûre ile verilmiştir. Bazı alimlere göre sûrenin nüzûl sebebi, kavmi tarafından zulme uğramış olan Hz. Peygamber(sav)’i teselli etmektir. Bu sûrede anlatılan kıssada dolaylı olarak Hz. Muhammed (sav) ve arkadaşlarına, sabrettikleri takdirde Hz. Yûsuf’a verilmiş olan mükâfatın bir benzerinin onlara da verileceği müjdelenmektedir. Nitekim kavminin baskısı neticesinde Medine’ye hicret etmiş olan Resûlullah (sav) sekiz sene sonra Mekke’yi fethetmiş ve fetih sonrasında Kureyşliler’e bu surede geçen Hz. Yûsuf’un Mısır’da kardeşlerine söylediği sözün aynısını söylemiş ve şöyle demiştir: “Bugün sizi kınamak yok, Allah sizi affetsin! O, merhametlilerin en merhametlisidir. Gidiniz, hepiniz serbestsiniz!”

بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحٖيمِ 

الٓـرٰ* تِلْكَ اٰيَاتُ الْكِتَابِ الْمُبٖينِ ﴿١

1. Elif-Lâm-Râ. (Kur’ân’a dahil olarak inen ve bu sûrede gelecek bütün)

Sözler, gerçeği açıklayan ve (Hak’tan geldiği) apaçık ortada olan Kitabın âyetleridir.

Yüce Allah, indirilen bu âyetlerin gelişigüzel söylenmiş sözler değil, gerçekleri açıklayan ve ebedî bir mûcize olan ilâhî kitabın âyetleri olduğunu, dolayısıyla bu kitaba şanına yakışır bir şekilde saygı gösterilmesi ve emirlerinin uygulanması gerektiğini vurgulamaktadır.

اِنَّٓا اَنْزَلْنَاهُ قُرْءٰناً عَرَبِياًّ لَعَلَّكُمْ تَعْقِلُونَ ﴿٢

2. Biz o Kitabı Arapça bir Kur’ân olarak indiriyoruz ki düşünüp akledesiniz.

Bu ifade oldukça mühimdir. Kur’ân, Arapça olarak indirilmiştir ve Arapça aslıyla Kur’ân’dır. İslâm, evrensel bir dindir ve dolayısıyla hangi ırk, renk ve dilden olursa olsun kendisini kabul eden herkesi çok geniş dairesine dahil eder. Hemen her din gibi ırklar, renkler ve diller üstü olan bir dinin ortak bir dilinin bulunması, insanları birleştirmenin önemli faktörlerinden biridir. Nasıl Lâtince asırlarca bilhassa Katolik Hıristiyanlığın dili olmuşsa, Arapça da Kur’ân’ın dilidir. Fakat bu, hiçbir zaman başka dili konuşanlar kendi dillerini bırakıp Arapça öğrenecekler demek değildir. Dili bilmek ayrıdır, o dilde yazılmış eserleri okuyabilmek ayrıdır; biri ilim, diğeri alfabe meselesidir. Her müslümandan Kur’ân’ı okuması beklenir ve bu herkes için çok kolaydır. Hemen her insan, en fazla bir ayda Kur’ân okumayı öğrenebilir. Fakat Arapça’yı çok iyi öğrenip Kur’ân üzerinde çalışmak bir ilim meselesidir.

İkinci olarak, bütün insanlık için gönderilmiş olan Kur’an’ın Arabistan’da ve Arapça olarak indirilmesinin coğrafî, sosyolojik, psikolojik ve dil ile ilgili sebepleri vardır. Her şeyden önce Arap yarımadası eski dünyayı meydana getiren, bugün de insanlığın büyük bir bölümünü barındıran Avrupa, Asya ve Afrika kıtalarının birbirine en çok yaklaştığı merkezî bir yerde bulunmaktadır.

Kur’an’ın Arapça olarak indirilmesinin temel sebebi, son peygamberin Araplar arasından seçilmiş olmasıdır. Yüce Allah her peygambere kendi kavminin diliyle hitap etmiş, vahyini onların diliyle göndermiştir ki peygamber Allah’ın emir ve yasaklarını kavmine rahatça anlatsın (İbrâhim 14/4). Şüphe yok ki Kur’an’ın Arap dili ile indirilmiş olması onun sadece Araplar’a indirildiğini ifade etmez. Nitekim bazı âyetler, onun bütün insanlığa hitap ettiğini, dolayısıyla evrensel bir kitap olduğunu göstermektedir (Bakara 2/185; Âl-i İmrân 3/138). Son peygamberin Araplar arasından seçilmesinin doğal bir sonucu olarak önce onlar ıslah ve irşad edilecek, sonra da onların aracılık ve örnekliğinde diğer kavimler İslâm iman ve ahlâkına gireceklerdi.

Üçüncü olarak, Kur’ân-ı Kerim’in Arapça inmesinin önemli bir sebebi, diller içinde Arapça ölçüsünde Kur’ân’ın manâ ve muhtevasını ifade edebilecek bir başka dilin olmamasıdır. Biraz dil bilimi bilen her insan, bu gerçeği rahatlıkla görebilir. Allah, insanları Kur’ân’ın Arapça olması üzerinde düşünmeye, bu konuda akıllarını kullanmaya davet etmektedir ki burada dikkat çekilen nokta, Kur’ân’ın eşsiz belâğati ve bu belâğate ancak Arapça’nın kalıp olabileceği gerçeğidir.

نَحْنُ نَقُصُّ عَلَيْكَ اَحْسَنَ الْقَصَصِ بِمَٓا اَوْحَيْنَٓا اِلَيْكَ هٰذَا الْقُرْاٰنَ* وَاِنْ كُنْتَ مِنْ قَبْلِهٖ لَمِنَ الْغَافِلٖينَ ﴿٣

3. (Ey Rasûlüm!) Biz sana bu Kur’ân’ı vahyetmekle, (bu sûrede) geçmişin ibretlerle dolu tarihinden en güzel bir sayfayı anlatacağız. Şurası bir gerçek ki senin şu ana kadar bundan haberin yoktu.

Yusuf Sûresi, daha baştan güzelliklerini ortaya dökmektedir. Bu sûrede anlatılacak olan kıssanın geçmiş tarihe ait en güzel kıssa olmasına şu açılardan yaklaşılabilir:

• Bu kıssa, en güzel şekilde Kur’ân’da anlatılmaktadır ve başka hiçbir kitapta bu güzellikte anlatılmamıştır.

• İslâm’ın ‘Mekke’ döneminin bütünü itibariyle Allah Rasûlü ve mü’minler için en güzel teselli kaynağı, kıssalar içinde onlara en çok yol gösterici olan kıssa, Hz. Yusuf’un kıssasıdır.

• Kur’ân’da geçen diğer peygamberlerin pek çoğunun kıssalarında helâk unsuru bulunmasına mukabil, bu kıssada ona dahil herkesin neticede bir olgunluğa ulaşması ve hatalarını idrakle onlardan sıyrılması söz konusudur.

• Bu kıssada, insanın karakter anatomisini, psikolojisini, sürçme ve yükselmelerini bulmak mümkün olduğu gibi bir toplumda içten bir dönüşümün nasıl mümkün olabileceği noktasında bütün yanlarıyla tam bir süreç ortaya konmaktadır. Bu süreç, Kıyamet’e kadar Müslümanlara ışık tutacak bir süreçtir.

• Hz. Yusuf’un dış görünüşüne yansıyan iç güzelliği, Allah’ın kendisine lütfettiği iffet ve ihsan gibi önemli sıfatları zirvede temsil edişi, kıssanın güzelliğine güzellik katmaktadır.

Âyette, Hz. Peygamber’in, Yûsuf hakkında daha önce bilgisinin olmadığı, bu bilgilerin kendisine vahiy yoluyla geldiği bildirilmektedir. Bu durum, Hz. Muhammed (sav)’in hak peygamber, Kur’an’ın da mûcize olduğunu gösterir. Zira okur yazar olmayan, yabancı dil bilmeyen ve İsrâiloğulları’nın Mısır’a gitmeleriyle ilgili yeterli bilgisi bulunmayan bir kimsenin, vahye dayanmadan, yüzyıllar öncesi olmuş olan bir olayı böyle mükemmel bir şekilde ve detayları ile nakledebilmesi mümkün değildir.

اِذْ قَالَ يُوسُفُ لِاَبٖيهِ يَٓا اَبَتِ اِنّٖي رَاَيْتُ اَحَدَ عَشَرَ كَوْكَباً وَالشَّمْسَ وَالْقَمَرَ رَاَيْتُهُمْ لٖي سَاجِدٖينَ ﴿٤

4. Bir zaman Yusuf babasına, “Babacığım!” dedi: “Ben, rüyamda on bir yıldızla güneşi ve ayı bana secde ederlerken gördüm.”

Âyette “yıldız” karşılığında kullanılan kelime kevkeb’dir ki ona gezegen anlamı verenler de vardır. Buradan, yerküre dahil 12 gezegenin bulunduğu sonucuna varabiliriz. Fakat şu anda bunların tamamı keşfedilmiş değildir. Yerküre, insana vatan olduğu için ve Kur’ân-ı Kerim’de pek çok âyette buyurulduğu üzere, Cenab-ı Allah Güneş ve Ay dahil kâinatın işleyişini insanın hayatına göre kurduğu için manâ ve önemi itibariyle güneş sisteminin merkezi konumundadır. Bu bakımdan Hz. Yusuf’un rüyasında; Hz. Yusuf yerküreyi, babası Hz. Yakup güneşi, annesi ayı ve kardeşleri de diğer 11 gezegeni temsil etmektedir.

Rüya, “görmek” mânasına gelen rü’yet masdarından alınmış bir isim olup, uyku halinde birtakım olay ve şekillerin görülmesi demektir. Türkçe’de buna “düş” denir. Rüya kişinin sadece iç dünyasıyla ilgili bir olay olmayıp aynı zamanda hayalin ötesinde dış dünyada bir gerçeğe de işaret eder. Freud ve peşinden gidenler, her ne kadar rüyaları sadece şuuraltı diye birtakım etkilenmeler, bastırılmış arzular, önü alınmaz dürtüler ve geçmiş tecrübelerle açıklamaya kalksa da çok defa rüyamızda gelecekten bazen yorum gerektirmeyecek kadar açık, bazen yorum isteyen haberler alır, aklımızdan bile geçmemiş hadiseleri yaşar veya seyrederiz.

Rüyaların bir kısmı, insanın yaşadıkları, arzuları, zihnî meşguliyetleri gibi tesirler altında görülen ve Kur’ân’ın karmakarışık düşler dediği türdendir. Çok defa hayal ve tasavvur melekeleri, kötü bir huyun tezahürlerine şekil verir veya geçmişte meydana gelip insanda tesir bırakan bazı hadiseler hatırlanır veya insanın önünü alamadığı duyguları, arzuları, dürtüleri, korkuları uykuda bir şekilde ortaya çıkar. Asıl mana ifade eden ve sûrede konu edilen rüyalar ise sadık rüyalardır. Bunlar, çok defa Cenab-ı Allah’tan ya ikaz ya müjde ya da yol gösterme şeklinde mesajlar taşır; gelecekten veya halihazırda olup bitenlerden haberler getirir. Bu rüyalar, çok açıktır ve unutulmaz. Allah Rasûlü aleyhissalâtü vesselâm, sadık rüyayı peygamberliğin 46 parçasından bir parça olarak değerlendirir. Bilindiği gibi O (sav), 23 yıl süren peygamberlik hayatının ilk 6 ayında İlâhî mesajları çok açık olarak gördüğü rüyalar vasıtasıyla almıştır. Ayrıca pek çok ilmî buluş da sadık rüyalar yoluyla gerçekleşmiştir.

قَالَ يَا بُنَيَّ لَا تَقْصُصْ رُءْيَاكَ عَلٰٓى اِخْوَتِكَ فَيَكٖيدُوا لَكَ كَيْداًؕ اِنَّ الشَّيْطَانَ لِلْاِنْسَانِ عَدُوٌّ مُبٖينٌ ﴿٥

5. Yakup, “Oğulcuğum,” diye cevap verdi, “bu rüyanı kardeşlerine sakın anlatma. Olur ki (kıskançlıkla) sana bir tuzak kurmaya kalkarlar. Çünkü şeytan, insan için apaçık bir düşmandır (ve onları böyle bir şeye sevk edebilir).

Hz. Yûsuf’un gördüğü bu rüyada baba, anne ve kardeşlerin güneş, ay ve yıldızlarla temsilî olarak anlatılması, rüyanın ve neticesinin önemine işaret ettiği gibi, Yûsuf’un şanının yüceliğini de gösterir. Yûsuf (as)’ın rüyası, yüce Allah’ın onu peygamberlik görevine hazırladığının bir işaretidir. Hz. Yûsuf’un gördüğü bu rüyayı yorumlayan Hz. Yakûb, oğlunun ileride büyük bir makama geleceğini anlamıştı. Ancak diğer oğullarının, yorumu gayet kolay olan bu rüyadan haberleri olduğu takdirde Yûsuf’u kıskanarak ona kötülük edeceklerinden endişe etmiş, bu sebeple rüyasını kardeşlerine anlatmaması için onu uyarmıştır. Hz. Yakub’un bu tavsiyesinden rüyaların herkese anlatılmaması gerektiğini öğreniyoruz. Sevgili Peygamberimiz, rüyanın insanın ruh ve bedeni üzerindeki etkisini dikkate alarak “Rüya ancak bilge veya samimiyetle tavsiyede bulunabilecek kişilere anlatılır.” Hadis-i şerifi de bu konuya dikkat çekmektedir.

وَكَذٰلِكَ يَجْتَبٖيكَ رَبُّكَ وَيُعَلِّمُكَ مِنْ تَأْوٖيلِ الْاَحَادٖيثِ وَيُتِمُّ نِعْمَتَهُ عَلَيْكَ وَعَلٰٓى اٰلِ يَعْقُوبَ كَمَٓا اَتَمَّهَا عَلٰٓى اَبَوَيْكَ مِنْ قَبْلُ اِبْرٰهٖيمَ وَاِسْحٰقَؕ اِنَّ رَبَّكَ عَلٖيمٌ حَكٖيمٌ ﴿٦

6. “Rüyana gelince: Rabbin seni seçecek, sana belli seviyede (rüyalar dahil) eşya ve hadiselerin manâ ve yorumunu öğretecek ve daha önce ataların İbrahim’e ve İshak’a tamamladığı gibi sana ve Yakup Ailesi’ne de nimetini tamamlayacaktır. Şüphesiz ki Rabbin, (her şeyi) hakkıyla bilendir; her hüküm ve icraatında pek çok hikmetler bulunandır.”

Âyette “rüyada görülenlerin yorumu” diye çevirdiğimiz te’vîlü’l-ehâdîs tamlamasındaki te’vîl kelimesi terim olarak, “rüyaları, olay ve hadisleri, kitap ve sünnete uygun olan muhtemel bir anlamda yorumlamak” mânasına gelir. Bu ayet, Hz. Yûsuf’a rüyaları yorumlama yeteneğinin verileceğini ifade ettiği gibi hayatın problemlerini anlama ve onlara çözüm getirme, aynı zamanda her şeyin hakikatini kavrama yeteneğinin verileceğini de ifade eder. Ayette ifade edilen Yüce Allah’ın Hz. Yûsuf’a nimetini tamamlamasından maksat, ona nimetlerin en üstünü olan peygamberlikle birlikte devlet yöneticiliğini de nasip etmesine işaret eder. Böylece ona hem dinî hem de dünyevî müstesna nimetler nasip etmiş, lütfunu tamamlamıştır.

Âyetin sonunun, Cenab-ı Allah’ın Alîm ve Hakîm isimleriyle bitmesi, bu sûrenin ilim ve hikmet yörüngeli olduğunu, Hz. Yusuf’un da öncelikle bu isimlere mazhar bulunduğunu ima eder. Alîm sıfatı; Canlı veya ölü, küçük veya büyük, gizli veya açık kafada olan veya dışa vurulan her şeyi ince ayrıntılarına kadar hakkıyla bilenin Cenab-ı Allah olduğunu; Hâkim sıfatı ise, her işin O’nun emrinde olduğunu, yaptığı her şeyi bir hikmet çerçevesinde en güzel biçimde yapanın O olduğunu ifade eder. Bu bize göstermektedir ki sûre boyunca anlatılacak olan her şey Allah’ın bilgisi dahilinde ve bir hikmet çerçevesinde gerçekleşecektir.

لَقَدْ كَانَ فٖي يُوسُفَ وَاِخْوَتِهٖٓ اٰيَاتٌ لِلسَّٓائِلٖينَ ﴿٧

7. Gerçeği arayanlar ve sorup ilgilenenler için Yusuf ile kardeşlerinin yaşadıklarında gerçekten çok büyük ibretler vardır.

Kur’an-ı Kerîm’deki peygamberlerin kıssaları, alınması gereken ibretlerle doludur. Nitekim bu sûrenin son âyetinde yüce Allah şöyle buyurmaktadır: “Andolsun onların kıssalarında akıl sahipleri için ibretler vardır.” Hz. Yûsuf’un bu âyette geçen kardeşinden maksat, kendisinden küçük olan ana-baba bir öz kardeşi Bünyamin’dir. Allah (cc) sûrenin başında, bizlere bu sûre boyunca okuyacağımız meseleleri dikkatle okumamızı ve onlardan dersler çıkarmamızı tavsiye etmektedir.

اِذْ قَالُوا لَيُوسُفُ وَاَخُوهُ اَحَبُّ اِلٰٓى اَبٖينَا مِنَّا وَنَحْنُ عُصْبَةٌؕ اِنَّ اَبَانَا لَفٖي ضَلَالٍ مُبٖينٍۚ ﴿٨

8. Kardeşleri, aralarında toplanıp şöyle konuştular: “Doğrusu Yusuf ve kardeşi babamızın yanında bizden daha sevgili, oysa biz, güçlü kuvvetli, (dolayısıyla O’nun işine daha çok yarayan) bir ekibiz. Babamız, gerçekten açık bir hata işliyor.”

Bir peygamber olarak Hz. Yakup (as), oğullarına sevgi göstermede ayırım yapıyor değildi. Fakat Hz. Yusuf’taki ileriye dönük potansiyeli ve O’nun nasıl bir misyona namzet olduğunu sezdiğinden, O’na daha çok ihtimam gösteriyordu. Bünyâmin’e de en küçük çocuğu olması sebebiyle daha çok hassasiyet gösteriyordu. Hz. Yakub’un bu en küçük iki oğluna karşı farklı bir sevgi göstermesi, diğer oğullarının haset duygularını iyice kamçılamıştı. Bu yüzden babalarının bir yanılgı içinde olduğunu ileri sürdüler. Ayet büyük kardeşlerin psikolojisini göstermek için aralarındaki konuşmalarında “Yûsuf ile öz kardeşi” diyerek onları kabullenmediklerini, aynı babanın çocukları olmalarına rağmen onları kendi kardeşleri olarak görmediklerini ifade etmektedir.

اُقْتُلُوا يُوسُفَ اَوِ اطْرَحُوهُ اَرْضاً يَخْلُ لَكُمْ وَجْهُ اَبٖيكُمْ وَتَكُونُوا مِنْ بَعْدِهٖ قَوْماً صَالِحٖينَ ﴿٩

9. İçlerinden biri, “Yusuf’u öldürün veya O’nu öyle bir yere bırakın ki (geri dönüp gelemesin). Artık babanızın teveccühü yalnızca size yönelir; sonra da tevbe eder ve Salihlerden olursunuz.” dedi.

قَالَ قَٓائِلٌ مِنْهُمْ لَا تَقْتُلُوا يُوسُفَ وَاَلْقُوهُ ف۪ي غَيَابَتِ الْجُبِّ يَلْتَقِطْهُ بَعْضُ السَّيَّارَةِ اِنْ كُنْتُمْ فَاعِل۪ينَ ﴿١٠

10. Bir diğeri, şu görüşte bulundu: “Hayır, Yusuf’u öldürmeyin. O’nu bir kuyuya atın; bakarsınız bir kervan O’nu alır götürür. Eğer mutlaka bir şey yapacaksanız böyle yapın!”

Kabaran kıskançlık duyguları, kardeşlik şefkat ve merhamet duygularını o derece örtmüştü ki kardeşlerini öldürmek veya başka bir şekilde onu ortadan kaldırmak için karar almada tereddüt göstermediler. Böylece çarpık bir mantıkla, kardeşlerini ortadan kaldırdıktan sonra tövbe edip iyi kimseler olacaklarını ve babalarının teveccühünün sadece kendilerine kalacağını sanıyorlardı. İçlerinden biri vicdanının sesini bastıramadı ve Hz. Yûsuf’un öldürülmemesini istedi ama onu babasından uzaklaştırmak için mutlaka bir şey yapılacaksa bir kuyunun dibine bırakılmasını tavsiye etti. Kervanlardan birinin Yûsuf’u alıp götüreceğini, böylece onu babasından uzaklaştırmış olacaklarını söyledi. Bu görüş uygun bulundu, uygulamak üzere babalarına geldiler.

قَالُوا يَٓا اَبَانَا مَا لَكَ لَا تَأْمَنَّۭا عَلٰى يُوسُفَ وَاِنَّا لَهُ لَنَاصِحُونَ ﴿١١

11. (Bu görüş üzerinde karar kılıp) babalarına geldiler ve “Ey bizim babamız!” dediler: “Gerçi sen Yusuf’u bize emanet etmezsin, halbuki biz, her zaman için onun iyiliğini isteyenleriz!

اَرْسِلْهُ مَعَنَا غَداً يَرْتَعْ وَيَلْعَبْ وَاِنَّا لَهُ لَحَافِظُونَ ﴿١٢

12. “Ne olur, yarın O’nu bizimle gönder de yesin içsin, oynasın. Hiç şüphen olmasın ki, biz onu koruruz.”

قَالَ اِنّٖي لَيَحْزُنُنٖٓي اَنْ تَذْهَبُوا بِهٖ وَاَخَافُ اَنْ يَأْكُلَهُ الذِّئْبُ وَاَنْتُمْ عَنْهُ غَافِلُونَ ﴿١٣

13. Yakup, “O’nu alıp götürmeniz, beni gerçekten üzer.” mukabelesinde bulundu: “Siz O’nu unutup kendinizle meşgulken bir kurdun gelip O’nu yemesinden korkarım.”

قَالُوا لَئِنْ اَكَلَهُ الذِّئْبُ وَنَحْنُ عُصْبَةٌ اِنَّٓا اِذاً لَخَاسِرُونَ ﴿١٤

14. “Andolsun,” dediler, “biz böyle güçlü-kuvvetli bir ekip iken eğer bir kurt gelip O’nu yerse, bu takdirde vallahi bize yazıklar olsun!”

Hz. Yusuf’u söz konusu malûm amaçlarını gerçekleştirmek üzere, kendileriyle birlikte götürebilmek için babalarından izin koparabilmek için ne denli ısrar edip dil döktüklerini ayetlerdeki ifadelerden çok iyi anlıyoruz: “Ey babamız!” diyerek önce, kendileri ile babaları arasındaki maddi ve manevi bağı hatırlatıyorlar. Ardından ekliyorlar: “Niçin Yusuf konusunda bize güvenmiyorsun?” Hz. Yakûb aleyhisselâm aslında oğullarına güvenmediği halde, bunu hissettirmeme nezaketini göstermiş, gerekçe olarak onlar farkında olmadan Yûsuf’u kurtların kapıp yiyebileceğinden korktuğunu ifade etmiştir. Ne var ki, oğulları sözleri ile babalarının kendilerine itimat etmediğini bundan dolayı da kardeşleri Hz. Yusuf’u onlara emniyet etmek istemediğini ima etmişlerdir. Onların bu kanaatleri doğru değilse, Hz. Yakub, Yusuf’u onlara teslim ederek bunu kanıtlamalıydı. Nitekim Hz. Yakub, onların ısrarları sonucunda, Hz. Yusuf’u kendi yanından hiç ayırmama düşüncesinden ister istemez ödün vermiştir.

“Onu götürmeniz beni üzer.” Onun ayrılığına dayanamam!” Hz. Yakub’un -kendisine söylenildiği üzere gezip oynamak üzere de olsa, Hz. Yusuf’un kendisinden birkaç güncük bile olsa ayrı kalmasına dayanamayacağını; onu bu denli sevdiğini söylemesi, onların yüreklerindeki kıskançlık duygularını daha da körükleyecektir. Belki de yüreklerindeki o şiddetli kıskançlığın etkisiyle hiçbir şeyi göremez olduklarından, niyetlendikleri suçu işledikten sonra babalarına nasıl bir gerekçe uyduracaklarını bile düşünmemişlerdi. Ancak babalarının ““Siz O’nu unutup kendinizle meşgulken bir kurdun gelip O’nu yemesinden korkarım.” sözüyle birlikte kafalarında bir şimşek çakmış ve Hz. Yusuf’u kuyuya attıktan sonra babalarına ancak bu yalanı söyleyebilmişlerdi.

فَلَمَّا ذَهَبُوا بِه۪ وَاَجْمَعُٓوا اَنْ يَجْعَلُوهُ ف۪ي غَيَابَتِ الْجُبِّۚ وَاَوْحَيْنَٓا اِلَيْهِ لَتُنَبِّئَنَّهُمْ بِاَمْرِهِمْ هٰذَا وَهُمْ لَا يَشْعُرُونَ ﴿١٥

15. Derken, (babalarını razı edip) Yusuf’u yanlarında götürdüler ve O’nu kuyunun derinliklerine bırakma üzerinde mutabakata vardılar. (O, kuyunun dibinde iken) kendisine şöyle vahyettik: “Hiç şüphen olmasın ki, bir gün gelecek ve bu yaptıklarını hiç beklemedikleri ve olup-bitenin fakında olmadıkları bir anda onlara hatırlatacaksın.”

Kur’ân’ın neden Arapça olarak indiği üzerinde düşünürken Arapça kelime ve telâffuzların manâyı çağrıştırdığını, manâ ile tam bir uyum içinde bir musiki oluşturduğunu da dikkate almak gerekir. Bu âyette geçen ve “kuyunun derinlikleri” olarak verdiğimiz ifadenin de aslı, ğayâbeti’l-cübbdür. Ğayâbet kelimesinde gerçekten içe doğru bir derinlik hemen sezildiği gibi, cübb kelimesinde de kuyuya düşen bir insan veya cismin suya değdiği anda çıkardığı “cub” sesini hemen işitiriz.

Kardeşlerinin yaptıklarını bir gün kendilerine haber vereceğine dair Yûsuf’a yapılan vahiyle ilgili olarak iki görüş vardır: a) Hz. Yûsuf’a peygamberlik daha o zamandan verilmiştir. Nitekim bu vaad daha sonra gerçekleşmiş ve Hz. Yûsuf kardeşlerinin kendisine yaptıklarını ileride onlara haber vermiştir (âyet 89). b) Buradaki vahiyden maksat, ilhamdır; henüz peygamberlik verilmemiştir. Nitekim bu tür ilhamlara Kur’an-ı Kerîm’de vahiy denildiğine çokça rastlanmaktadır.

وَجَٓاؤُٓ۫ اَبَاهُمْ عِشَٓاءً يَبْكُونَؕ ﴿١٦

16. Akşam karanlığı çökünce ağlayarak babalarına geldiler.

قَالُوا يَٓا اَبَانَٓا اِنَّا ذَهَبْنَا نَسْتَبِقُ وَتَرَكْنَا يُوسُفَ عِنْدَ مَتَاعِنَا فَاَكَلَهُ الذِّئْبُۚ وَمَٓا اَنْتَ بِمُؤْمِنٍ لَنَا وَلَوْ كُنَّا صَادِقٖينَ ﴿١٧

17. “Muhterem babamız!” dediler: “Aramızda yarışa çıkmış ve Yusuf’u da eşyamızın başında bırakmıştık. Geri döndüğümüzde bir de ne görelim: Yusuf’u kurt yemiş! Ama, biz ne kadar doğruyu söylüyor olsak da biliyoruz ki sen bize inanmayacaksın!”

Yüreklerindeki o korkunç kıskançlıktan dolayı başka bir şey düşünemediklerinden, doğru düzgün bir yalan bile uyduramamışlardır. Bir daha bu fırsatı ele geçiremeyiz korkusuyla hemen bu işi bitirmekten başka bir şey düşünmemişlerdi. Onların ne denli acele ettikleri, kurt yalanından başka bir şey uyduramamalarından anlaşılıyor. Gerek uydurdukları bahane gerek gösterdikleri delil hiç makul ve gerçekçi olmadığından dolayı “bize inanmayacaksın” deyip Hz. Yakub’u baskı altına almaya ve konuyu bir an önce kapatmaya çalışmışlardır.

وَجَٓاؤُ۫ عَلٰى قَمٖيصِهٖ بِدَمٍ كَذِبٍؕ قَالَ بَلْ سَوَّلَتْ لَكُمْ اَنْفُسُكُمْ اَمْراًؕ فَصَبْرٌ جَمٖيلٌؕ وَاللّٰهُ الْمُسْتَعَانُ عَلٰى مَا تَصِفُونَ ﴿١٨

18. Yusuf’un gömleğine başka bir kan bulaştırıp gelmişlerdi. Babaları, “Hayır!” dedi, “belki nefisleriniz sizi aldatıp bir işe sürükledi. Artık bana düşen, güzelce sabretmektir. Sizin bu anlattıklarınız karşısında yardımına müracaat edilecek sadece Allah var.”

Bir peygamber olarak Hz. Yakub’un hiçbir infial göstermeden, öfkeye kapılmadan hemen sabrı kuşanması, O’nun peygamberliğine gerçek bir delildir. O’nun bu tavrı ile Tur’dan indiğinde kavmini buzağıya taparken bulan Hz. Musa’nın sergilediği tavır, karşılaştırmaya değer. Hz. Musa (a.s.) Allah’ın hükümlerinin yazılı bulunduğu levhaları âdeta fırlatıp atmış, hemen varıp kardeşi Hz. Harun’un sakalına yapışıp, onu çekiştirmeye başlamış ve kavmini, “Benden sonra arkamdan ne kötü işler yapmışsınız. Rabbinizin emrini çarçabuk terk mi ediverdiniz?” diye şiddetle azarlamıştı (A’râf Sûresi/7: 150). Bu iki tavır arasındaki farkı, maruz kalınan hadiselerin niteliğinde aramak gerekir. Hz. Yakup (a.s.), oğlunu yitirmiş gibiydi; O’nu veren ve O’nun sahibi Allah (c.c.), ne zaman isterse O’nu alabilirdi. Ayrıca, oğlunun ölmediğine dair ciddî ümitleri de vardı. Böyle bir durumda insana düşen güzelce sabır göstermektir ve Hz. Yakup (a.s.), bunun çok güzel bir örneğini sergilemiştir. Fakat Hz. Musa (a.s.), Tevhid’e karşı bir ihtilâlle, Allah’ın bunca yıl sağanak sağanak gelen nimet ve lûtuflarından sonra aradan 30 gün geçmeden halkı içinde önemli sayıda bir grubun irtidadıyla karşılaşmıştı. İşte bu, bir peygamberi çileden çıkarmaya yeterdi. Dolayısıyla her iki peygamber de yapmaları gerekeni yapmıştır ve bunlar bizim için birer derstir.

Kardeşleri, Hz. Yûsuf’un gömleğini, kestikleri bir hayvanın kanına bulayarak akşam üzeri babalarına getirdiler ve kendileri yarış yaparken onu bir kurdun yediğini ağlayarak söylediler. Rivayete göre bu acı haberi alan Hz. Yakûb, çok üzüldü ve gömleği alıp yüzüne sürerek dedi ki: “Bugüne kadar böyle yumuşak huylu bir kurt görmedim! Oğlumu yemiş fakat sırtındaki gömleği yırtmamış!”. Yakûb bu sözleriyle oğullarının söylediklerine inanmadığını ifade etmek istemiştir. Nitekim oğullarına, “Hayır! Nefsiniz sizi kötü bir iş yapmaya sürüklemiş.” diyerek bu kanaatini belirtmiştir.

Sevgini paylaş

Leave a Reply

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir