YÛSUF SURESI 7. BÖLÜM

SONUÇ

ذٰلِكَ مِنْ اَنْبَٓاءِ الْغَيْبِ نُوحٖيهِ اِلَيْكَۚ وَمَا كُنْتَ لَدَيْهِمْ اِذْ اَجْمَعُٓوا اَمْرَهُمْ وَهُمْ يَمْكُرُونَ ﴿١٠٢

102. (Ey Rasûlüm!) Bütün bunlar, (geçmişe ait, görüp yaşamadığınız) gayb haberlerindendir ki, onları sana vahiy yoluyla bildiriyoruz. Yoksa sen, bütün o düzen kuranlar yapmayı planladıkları iş üzerinde bir araya geldiklerinde ve planlarını yaparlarken elbette yanlarında değildin.

Hz. Peygamber, bu kıssayı yaşayanlarla beraber yaşamadığı ve kitaptan okumadığı gibi herhangi bir kimseden de öğrenmiş değildi. Çünkü Mekke’de Yahudilerle temasta bulunan bazı kimseler bulunsa bile, yahudi din âlimi yoktu. Bütün bunlar, bu kıssanın gayb haberlerinden ve bir mûcize olduğunun delilidir. Sûrede olaylar anlatılırken, çok açık ve net bir şekilde önemli detayları ile anlatılmış. Kafada soru işareti bırakacak boşluklara yer vermediği gibi icazına uymayacak gereksiz tafsilatlara da girilmemiştir. Hz. Yusuf’tan yüzyıllar sonra, o gün yaşananların bu şekilde anlatılabilmesi ancak vahiy ile olabilir ve bu da Hz. Muhammed’in peygamberliğine ve Kur’an-ı Kerim’in de ilahi bir mesaj olduğuna önemli bir delildir.

وَمَٓا اَكْثَرُ النَّاسِ وَلَوْ حَرَصْتَ بِمُؤْمِنٖينَ ﴿١٠٣

103. Şunu unutma ki, herkesin mümin olmasını sen ne kadar hırsla arzu etsen de insanların çoğu iman edecek değillerdir.

Kureyş’in, “İsrâiloğulları Mısır’a niçin gitti?” şeklindeki sorusuna cevap olmak üzere nazil olmuş olan bu sûre, Kur’an’ın bir mûcize, Hz. Muhammed’in de bir peygamber olduğunu gösteren delillerden biridir. Bununla birlikte sordukları sorunun cevabını çok net bir şekilde alan Kureyş’in çoğu inanmamıştır. Zira onlar gerçeği aramada samimi değillerdi. Yüce Allah, “Sen ne kadar inanmalarını istesen de insanların çoğu inanmazlar.” buyurarak elçisini teselli etti.

وَمَا تَسْـَٔلُهُمْ عَلَيْهِ مِنْ اَجْرٍؕ اِنْ هُوَ اِلَّا ذِكْرٌ لِلْعَالَمٖينَ ﴿١٠٤

104. Sen, Kur’ân’ı tebliğ etmene karşılık olarak onlardan bir ücret de talep etmiyorsun. Hem o (Kur’ân), başka değil, bütün şuurlu varlıklar için sadece bir ders, bir hatırlatma, bir öğüttür.

Hasbilik peygamberlerin sıfatlarından biridir, onlar yaptıkları vazife karşılığında kimseden hiçbir beklenti içinde değillerdir. Onların tek hedefi almış oldukları ilahi vazifeyi hakkı ile yerine getirebilmek ve Rabbin rızasına ulaşabilmektir. Ne Hz. Yusuf (as) ne Hz. Muhammed (sav) ne de diğer peygamberler ümmetlerinden hiçbir talepte bulundular, hatta kendi sahip oldukları imkânların hepsini onlara bir şeyler anlatabilmek için sarf ettiler.  Kur’an-ı Kerim ve diğer ilahi kitaplar da şuurlu (insanlar ve cinler gibi) bütün varlıklar için bir rehber kitaptır, onlara doğru yolu göstermekte ve ilahi öğütler içermektedirler. Yusuf sûresi bu ilahi kitabın bir parçasıdır, insanların almaları gereken pek çok ders içermekte ve onlara pek çok öğüt de bulunmaktadır.

وَكَاَيِّنْ مِنْ اٰيَةٍ فِي السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضِ يَمُرُّونَ عَلَيْهَا وَهُمْ عَنْهَا مُعْرِضُونَ ﴿١٠٥

105. (Kur’ân’ın dile getirdiği iman hakikatlerine) göklerde ve yerde o kadar çok deliller var ki! Fakat onlar, bu delillerle sürekli iç içe, yan yana bulundukları halde hep bir aldırmazlık içindedirler.

Sözlükte âyet kelimesi “bir şeyin tanınmasına sebep olan ve varlığını gösteren işaret, açık alâmet, delil, ibret, şaşırtıcı şey, mûcize ve topluluk” anlamlarına gelir. Terim olarak, Kur’an-ı Kerîm’in bir veya birkaç kelime yahut cümleden meydana gelen bölümlerini ifade eder. Burada âyet kelimesi alâmet, delil ve ibret veren şey mânalarında kullanılmıştır. Yani gerek insanın kendisinde gerekse dış dünyada, göklerde ve yerde Allah’ın varlığına, birliğine, ilmine, kudretine ve hikmetinin üstünlüğüne delâlet eden, insanların görüp ders ve ibret almasını gerektiren nice delil vardır. İnsanoğlu ilmî, fikrî, felsefî ve amelî hayatında bu olaylarla her zaman karşı karşıyadır. Bu tabiat olaylarını düşünüp bunlardaki incelikleri, bunlara hâkim olan ilâhî kanunları keşfetmesi ve yaratanını tanıması gerekirken o, düşünmeden, ibret almadan bunlara sırt çevirip gider. Halbuki insanoğlu bunları düşünüp dikkatli bir şekilde incelese hem dünyada başarılı olacak hem de imanını taklitten tahkike çıkararak kâmil insan (has kul) olma yolunda ilerleyecek ve âhirette mutlu olacaktır.

وَمَا يُؤْمِنُ اَكْثَرُهُمْ بِاللّٰهِ اِلَّا وَهُمْ مُشْرِكُونَ ﴿١٠٦

106. Onların çoğu, şirk koşmaksızın Allah’a inanıyor da değillerdir.

Kur’ân-ı Kerim, şirki en büyük zulüm olarak ilan etmekte (Lokman Sûresi/31: 13) ve şirk koşmadan Allah’a inanmayı kurtuluş vesilesi saymaktadır (En’âm Sûresi/6: 82). Fakat şirkten kurtulmak da kolay değildir. Şirkin pek çok çeşitleri vardır. Allah’tan başka bir yaratıcı ve mutlak yönetici kabul etmek veya yaratmada ve mutlak yönetiminde O’na yardımcılar isnat etmek; kişilere, kâinatın hayatında ‘kanun’ adı verilen bazı itibarî prensiplere, ‘tabiat’a ve onda var kabul edilen güçlere, maddeye, ruha veya daha başka şeylere yaratmada pay tanımak; yeryüzü ve insan hayatı dahil kâinatın idaresinde O’na ortaklar koşmak; O’ndan başka güçlere helâl ve haram etme yetkisi vermek; O’na doğma, doğurma, çocuğu olma gibi insanî sıfatlar biçmek; kısaca, O’nu gerektiği gibi tanımamak ve O’na ait olmayan sıfatlarla sıfatlandırmak şirk olduğu gibi; O’ndan başkasına ibadet etmek, başka varlık veya güçlerde kendilerine ait fayda ve zarar verebilme gibi hususiyetler olduğunu kabullenmek, dolayısıyla bunlar önünde ibadet manâsına gelecek şekilde baş eğmek; başka varlık veya güçlere dua etmek de şirktir. Yine, ibadetlerimizde bilerek ve niyet temelinde riya ve süm’aya girmek, yani ibadet ederken, daha geniş manâda, Allah’ın dinini tatbik iddiasında onu başkalarına gösteriş, kendimizden bahsedilme, onunla birtakım dünyevî maksatlar elde etme vesilesi yapmak ve bunu niyet olarak taşımak da (gizli) şirktir. İşte, pek çok insan Allah’a inanma iddiasında olsa da bunlar ve bunlar gibi şirk çeşitlerinden kurtulamaz. Dolayısıyla şirk, çok dikkat isteyen bir husustur.

اَفَاَمِنُٓوا اَنْ تَأْتِيَهُمْ غَاشِيَةٌ مِنْ عَذَابِ اللّٰهِ اَوْ تَأْتِيَهُمُ السَّاعَةُ بَغْتَةً وَهُمْ لَا يَشْعُرُونَ ﴿١٠٧

107. Acaba onlar, Allah’ın azabının başlarına gelip kendilerini büsbütün kaplamayacağından veya hiç farkında olmadıkları bir anda Kıyamet’in ansızın başlarında kopuvermeyeceğinden emin mi oldular?

Sûrenin başından itibaren mucizevi bir şekilde yüzyıllar öncesi yaşanmış hadisleri anlatıp onlardan ders ve öğütler alınmasını isteyen Allah, bu ayet ile bütün bu mucizeleri görüp hala iman edememiş olanları bu sefer azabı ile tehdit ediyor. Yaşadıkları hayatın geçici olduğunu hiç beklemedikleri bir anda biteceğini, bütün imkanları ile sarılmış oldukları dünyanın da bir ömrü olduğunu ve kıyamet ile onun da son bulacağını ifade ediyor.

قُلْ هٰذِهٖ سَبٖيلٖٓي اَدْعُٓوا اِلَى اللّٰهِ عَلٰى بَصٖيرَةٍ اَنَا۬ وَمَنِ اتَّبَعَنٖيؕ وَسُبْحَانَ اللّٰهِ وَمَٓا اَنَا۬ مِنَ الْمُشْرِكٖينَ ﴿١٠٨

108. (Ey Rasûlüm,) de ki: “İşte benim (iman, ihlâs ve Tevhid) yolum: Ben, (körü körüne ve taklide dayalı olarak değil,) görerek, delile dayanarak ve insanların idrakine hitap ederek Allah’a çağırıyorum: ben ve bana tâbi olanlar. Ve Allah’ı şirkin her türlüsünden tenzih ederim, asla O’na ortak tanıyanlardan değilim ben.”

“Ne yaptığımı bilerek” diye çevirdiğimiz basîret kelimesi sözlükte, “delil, kesin kanıt, inanç, bilgi, ibret alınacak şey, sezmek, idrak etmek, anlama ve kavrama yeteneği” gibi anlamlara gelmektedir. Kureyşliler, Hz. Muhammed(sav)’den peygamberlik mucizesi olarak Yahudilerin (Hz. Yakub ve oğullarının) Mısır’a nasıl yerleştiklerini açıklamasını istemişlerdi. Allah onların bu talebine karşılık Hz. Peygamber (sav)’e olayı bütün detaylarıyla akıllarda soru kalmayacak şekilde vahyetti. Âyette Hz. Peygamber’e, yolunun İslâm dini olduğunu, insanları sadece Allah’a çağırdığını, dolayısıyla kendisi ve ona uyanların aydınlık bir yol üzerinde bulunduklarını, Allah’a ortak koşanlardan olmadığını bildirmesi emredilmiştir. İşte Allah’a davet, bu şekilde basiret üzere, ne dediğini bilerek, ihlâs ve samimiyetle, hikmet ve güzel öğütle olmalıdır.

وَمَٓا اَرْسَلْنَا مِنْ قَبْلِكَ اِلَّا رِجَالاً نُوحٖٓي اِلَيْهِمْ مِنْ اَهْلِ الْقُرٰىؕ اَفَلَمْ يَسٖيرُوا فِي الْاَرْضِ فَيَنْظُرُوا كَيْفَ كَانَ عَاقِبَةُ الَّذٖينَ مِنْ قَبْلِهِمْؕ وَلَدَارُ الْاٰخِرَةِ خَيْرٌ لِلَّذٖينَ اتَّقَوْاؕ اَفَلَا تَعْقِلُونَ ﴿١٠٩

109. Senden önce gönderdiğimiz rasûller de başka değil, ancak memleketler ahalisi içinden çıkmış ve vahye mazhar kıldığımız birtakım erkeklerdi. Acaba (şu müşrikler) yeryüzünde seyahat edip, onlardan önce gelen (ve küfür veya şirkle birlikte zulümde ve fısk u fücurda diretip de helâk edilmiş bulunan) toplulukların âkıbetleri nasıl oldu, hiç bakmazlar mı? (Dünyanın ve dünya nimetlerinin faniliği ortada. O halde,) kalbleri Allah’a saygıyla dopdolu olan ve O’na karşı gelmekten sakınanlar için hayırlı olan elbette Âhiret yurdudur. (Ey insanlar!) Halâ akletmeyecek, gerçeği görmeyecek misiniz?

Bu âyet-i kerîme, müşriklerin Hz. Peygamber’i kastederek, “Ona bir melek indirilseydi ya!” (En‘âm 6/8) meâlindeki sözlerine cevap olarak inmiştir. Bu ve benzeri âyetler, insanlara cin ve melek gibi insandan başka varlıklardan peygamber gönderilmediğini ifade eder. “Kişiler” diye çevirdiğimiz ve sözlükte “erkekler” mânasına gelen “ricâl” kelimesine dayanan müfessirlerin çoğunluğuna göre, peygamberlerin tamamı erkeklerden gönderilmiştir. Ehli’l-kurâ tamlamasına, “yeryüzünde yaşayan insanlar” mânası veren İbn Abbas’a göre ise bundan maksat, peygamberlerin müşriklerin istediği gibi göklerdeki varlıklardan değil, yeryüzünde yaşayan insanlardan gönderilmiş olduğunu ifade etmektir. Pompei, Petra vb. dünyanın farklı yerlerinde geçmiş pek çok milletlerden kalmış ibret dolu yerler vardır. Ayrıca tarihi kitaplar ve kutsal kitaplarda geçmiş ümmetlerin başından geçen ibret dolu hadisler nakledilmektedir. Allah gaflet gözüne inmiş insanlardan bunlara bakıp bunlardan ibret almasını söylüyor. Eğer akıllarını başlarına alıp, Allah’ın emretmiş olduğu çerçevede yaşamadıkları takdirde onları da hem dünyada hem de ahirette bütün sıkıntıları beklediğini de ifade etmektedir.

حَتّٰٓى اِذَا اسْتَيْـَٔسَ الرُّسُلُ وَظَنُّٓوا اَنَّهُمْ قَدْ كُذِبُوا جَٓاءَهُمْ نَصْرُنَاۙ فَنُجِّيَ مَنْ نَشَٓاءُؕ وَلَا يُرَدُّ بَأْسُنَا عَنِ الْقَوْمِ الْمُجْرِمٖينَ ﴿١١٠

110. Öyle oldu ki, (daha önce helâk edilmiş bulunan topluluklara gelen) rasûller, (o toplulukların inkârda, zulümde ve fısk u fücurda diretmeleri karşısında,) her şey böyle gidecek galiba diye sanki ümitlerini yitirme noktasına geldikleri ve bütün bütün yalanlandıklarına âdeta kanaat getirdikleri bir anda kendilerine yardımımız ulaşıverdi. İşte Biz böyle dilediğimizi kurtarırız; hayatları günah hasadından ibaret suçlulardan ise zorlu baskınımız asla geri çevrilmez.

Hz. Âişe, âyeti şöyle yorumlamıştır: “Sıkıntılar uzayıp da yardım gecikince peygamberler kavimlerinden kendilerini yalancılıkla itham edenlerin iman edeceklerinden ümitlerini kesmişler, inanmış olanların da kendilerini yalanlayacaklarını sanmışlardır. İşte o zaman Allah’ın yardımı gelmiştir.” (Buhârî, “Tefsîr”, 12/6). Peygamberler de insan oldukları için birtakım olaylar karşısında bazı duygulara kapılabilirler. Nitekim Bakara sûresinin 214. âyetinde de müminlerin çektikleri sıkıntı ve geçirdikleri sarsıntılar karşısında peygamberlerin buradakine benzer davranışlar sergiledikleri ifade buyurulmuştur. Ancak peygamberlerin, Allah’ın vaadinden dönmesini, söz verdiği yardımı yapmayarak onları yalancı çıkarmasını düşünmeleri mümkün değildir. Bu, onların peygamberlik vasıflarına aykırıdır. Nitekim onlar, en şiddetli sıkıntılar karşısında bile insan gücünün dayanabileceği en son merhaleye kadar dayanmışlardır. Sıkıntı ve ıstıraplar dayanılmaz bir hale geldiği, Allah’tan başka hiçbir ümit kalmadığı anda Allah’ın yardım ve zaferi yetişmiş; peygamberler ve onlara inanan müminler kurtuluşa ermiş, suçlular ise cezalandırılmışlardır.

لَقَدْ كَانَ فٖي قَصَصِهِمْ عِبْرَةٌ لِاُو۬لِي الْاَلْبَابِؕ مَا كَانَ حَدٖيثاً يُفْتَرٰى وَلٰكِنْ تَصْدٖيقَ الَّذٖي بَيْنَ يَدَيْهِ وَتَفْصٖيلَ كُلِّ شَيْءٍ وَهُدًى وَرَحْمَةً لِقَوْمٍ يُؤْمِنُونَ ﴿١١١

111. Bütün o rasûllerin kıssalarında gerçek akıl ve idrak sahipleri için üzerinde durulup düşünülmesi gereken bir ibret vardır. Bilin ki Kur’ân, uydurulmuş bir söz değildir. O, kendinden önce gönderilmiş bulunan (İlâhî) kitapları (aslî halleri, halâ ihtiva ettikleri gerçekler ve İlâhî kaynakları itibariyle) tasdik eder (ve esasen onlar da Kur’ân’a delildir). Ayrıca o, açıklanması gereken her şeyi açıklar ve imana, imanda derinleşmeye açık kimseler için de baştan sona bir hidayet kaynağı ve çok büyük bir rahmettir.

Peygamberlerin kıssaları gönül eğlendirici hikâyeler değil, ibret alınacak olaylardır. Buradaki “onların kıssaları”ndan maksat, ya genel olarak peygamberlerin kıssalarıdır veya bu sûrede anlatılan Hz. Yûsuf ile babası ve kardeşlerinin kıssasıdır. Gerçekten de Hz. Yûsuf’un yaşadığı sıkıntılardan kurtulup Mısır’da yüksek bir makama gelmesinde akıl sahipleri için büyük bir ibret vardır. Ancak birinci mâna daha kapsamlıdır. Kur’an-ı Kerîm insanlar tarafından uydurulabilecek bir söz değil, kendisinden önce peygamberlere indirilmiş olan Tevrat, Zebur ve İncil gibi kitapları tasdik eden ilâhî bir kitaptır. Kur’an’ın her şeyi açıklamasından maksat, dünyada var olan her şeyi açıklaması değil, insanlığın muhtaç olduğu ve ilâhî bir aydınlatma olmadan ulaşamayacağı helâl-haram, sevap-günah gibi dinî ve ahlâkî konulara dair gereken ayrıntıları vermesidir. O, hükümleriyle amel edenler için hem bir hidayet hem de rahmettir.

Yûsuf kıssasında ders almak isteyenler için güzel ibretler vardır. Nitekim Allah Teâlâ kıssanın başlarında Hz. Yûsuf ve kardeşlerinin kıssasında, almak isteyenler için ibretler olduğunu ifade buyurmuştu (âyet 7). Burada da bütün peygamberlerin kıssalarında akıl sahipleri için alınacak ibret olduğunu ifade ederek Kur’an-ı Kerim’de anlatılan bütün kıssalara bu nazarla bakılmasını öğütlemektedir.

Hz. Yûsuf’un kıssasından alınacak dersler şöyle özetlenebilir:

Sûrede Hz. Yakûb’un Allah’a imanı ve bu iman sayesinde musibetlere karşı gösterdiği sabır ve tevekkülü anlatılmıştır: Sevgili oğlu Yûsuf’u kurtların parçaladığı yalan haberi kendisine söylendiği zaman dahi metanetini yitirmemiş, sabretmiş ve Allah’ın yardımına sığınmıştır (âyet 18). Diğer oğlu Bünyâmin’i kardeşleriyle birlikte Mısır’a gönderdiği zaman da en hayırlı koruyucunun Allah olduğunu vurgulamıştır (âyet 64). Yûsuf hakkındaki aşırı derecede üzüntüsünden dolayı oğullarının, “büsbütün helâk olacaksın” şeklindeki uyarıları karşısında o, gam ve kederini sadece Allah’a arz ettiğini ifade etmiş ve oğullarına, Allah’ın rahmetinden ümit kesmemelerini, gidip Yûsuf’u ve kardeşi Bünyâmin’i aramalarını emretmiştir (âyet 86-87). Yine Hz. Ya‘kūb, oğullarına “Mısır’a ayrı ayrı kapılardan giriniz.” diye nasihat edip gelebilecek tehlikelerden korunmaları için tedbir almalarını tavsiye ettikten sonra, “Ama, Allah’tan gelecek hiçbir şeyi sizden savamam; hüküm sadece Allah’ındır.” diyerek Allah’a olan tevekkülünü göstermiştir (âyet 67).

Hz. Yakûb ve Hz. Yûsuf her fırsatta etraflarındaki insanlara hakkı tavsiye etmişler, onları batıl ve günahlardan uzaklaşmaya davet etmişlerdir: örneğin Hz. Yusuf zindandaki arkadaşlarının kendisinden yardım istediği ve can kulağı ile O’nu dinledikleri bir anda tevhid dinine çağırmış ve Allah’ın birliğine dair onlara çeşitli aklî deliller getirmiştir. Onun bu üslûbu güzel bir davet örneğidir.

Hz. Yûsuf, kendisiyle birlikte olmak isteyen kadının çekiciliğine ve ortamın elverişli olmasına rağmen, velinimetine ihanet etmekten Allah’a sığınarak bir iffet ve sadakat örneği sergilemiştir. Daha sonraki tehditler karşısında da “Rabbim! Zindan, bunların benden istediklerinden daha iyidir.” diyerek günah işlemektense zindana atılmayı yeğlemiştir (âyet 33).

Hz. Yûsuf, karşılaştığı sıkıntı, zulüm ve haksızlığa rağmen sarsılmamış, Allah’a olan inanç ve güvenini yitirmemiş, Allah’ın rahmetinden ümidini kesmemiştir (âyet 90).

Allah Teâlâ da sabrının karşılığında ona ilim, hikmet vermiş ve Mısır’da geniş yetkilerle donatılmış bir makam nasip etmek suretiyle onu ödüllendirmiştir (âyet 56).

Bu kıssa, Allah’ın takdirini hiç kimsenin önleyemeyeceğini göstermesi bakımından da ibret vericidir. Nitekim, kardeşlerinin Hz. Yûsuf’u kıskanmaları ve ona bunca kötülük etmeleri, onun yükselmesine engel olamamış, tam tersine buna zemin hazırlamıştır.

Hz. Yûsuf, kendisini öldürmek isteyen ve kuyuya atan kardeşlerinden istediği gibi intikam alma güç ve imkânına sahip olduğu halde bunu yapmamış, kötülüğü iyilikle karşılamıştır. Kardeşleri onun huzurunda suçlarını itiraf ettikleri zaman, “Bugün yaptıklarınız yüzünüze vurulmayacak, Allah sizi affetsin! O, merhametlilerin en merhametlisidir.” diyerek peygambere yakışır bir yücelik göstermiştir.

Özü itibariyle kıssa, insanlığın serüvenine hâkim olan, insanın öz benliğinde ve sosyal hayatta sürüp giden iyi ile kötünün mücadelesinden ilginç ve etkileyici bir kesit vermektedir.

Sevgini paylaş

Leave a Reply

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir