Fâtiha Sûresi

Mekke’de nâzil olmuştur ve 7 ayettir. Bütün olarak nâzil olan ilk suredir. Bu sûreye Kur’an-i Kerim’in ilk sûresi olması ve onu açma özelliği olmasından dolayı Fatiha (açan şey, başlangıç) Sûresi denmiştir.

1- Rahman, Rahim Allah’ın Adı’yla

2- Bütün hamd, Alemlerin Rabbi Allah içindir;

3- Rahman ve Rahim;

4- Din (Hesap ve Hüküm) Günü’nün Maliki

5- (Allah’ım) Ancak sana ibadet eder; ancak senden yardım bekler ve dileriz.

6- Bizi dosdoğru yola hidayet et.

7- Kendilerine nimet lütfettiklerinin yoluna, üzerlerine gazap hak olmuş bulunanların ve dalalette olanlarınkine değil.

Sûrelerin başında bulunan besmele cümleleri Hanefî fıkıhçılarının görüşlerine göre müstakil birer ayettir. İmam Şâfiî Fâtiha sûresinin başındaki besmeleyi bu sûreden bir âyet olarak kabul etmiştir.

Bizzat Kur’an-i Kerim’de “Kur’an okuyacağın zaman kovulmuş olan şeytandan Allah’a sığın” (Nahl- 98) emri vardır. Bundan dolayı Kur’an okumaya baslarken, Besmele’den önce Euzu billahi mine’s-seytani’r-racim denir. Bunun en kısa manası “İlahi Dergâhtan, Allah’ın rahmet ve huzurundan kovulmuş Şeytan’dan, farkında olayım veya olmayayım, onun kalbime kurduğu santral vasıtasıyla içime sürekli vesvese üflemesinden Allah’a sığınıyor, O’na dayanıp, O’na tutunuyorum, O’nun lütfuna, yardımına ve ihsanına iltica ediyorum(sığınıyorum) ” şeklindedir.

Kul herhangi bir davranışta bulunurken, önemli bir işe teşebbüs ederken önce eûzü çekerek muhtemel olumsuz etkileri def etmekte sonra da besmeleyi okuyarak “kendinin tek başına yeterli olmadığını, başarı ve gücün ancak Allah’tan gelebileceğini, Allah’ın yeryüzünde halife kıldığı bir varlık olarak O’nun mülkünde, O’nun adına tasarrufta bulunduğunu, asıl mâlik ve hâkim olan Allah’ın koyduğu sınırları aşarsa emanete hıyanet etmiş olacağını…” peşinen kabul etmekte ve bundan güç almaktadır. Burada tevhid cümlesinin mânası da üstü kapalı olarak mevcuttur. Zira nasıl ki tevhid cümlesinde “lâ ilâhe” denilerek önce bütün sahte tanrılar zihinlerden siliniyor, sonra da “illallah” ifadesiyle hakiki, tek, eşi ve benzeri bulunmayan İlah (Allah) kalbe ve zihne yerleştiriliyorsa, eûzü besmele çekildiğinde de önce kulluk ilişkisine engel olan kirli çevre temizleniyor, sonra da bu ilişkinin en uygun anahtarı kullanılmış, doğru kapılar açılmış, sağlıklı bağ kurulmuş oluyor.

Kur’an dilinde rahmân sıfat-ismi de Allah’a mahsustur, başka hiçbir varlık için kullanılmamıştır. Rahmân “Sonsuz ve sınırsız merhamet eden, inanan-inanmayan, müslüman-gayrimüslim hiçbir ayrım yapmadan bütün varlığı; hayat, rızık, kabiliyet, sistem, ahenk vb. sonsuz nimetlerle donatan” demektir. Rahmân, rahmetiyle muamele ederken buna mazhar olan varlığın hak etmesine, lâyık olmasına bakmaz, bu sıfatın tecellisi yağmur gibi her şeyin üzerine yağar, güneş gibi her şeyi ısıtır ve aydınlatır. Allah, Rahman isminin ruhundaki merhamet ve o merhametin tecellisi ile kâinatı yaratmıştır. Bu bakımdan; kâinat Rahman’ın eseridir ve Allah’ın Rahman ismi ile tecelli eden Rahmeti her şeyi kuşatmıştır.

Rahîm “çok merhametli, rahmeti bol” demek olup bu sıfatla kullar da nitelenebilir. Allah’ın rahîm sıfat-ismi O’nun, daha ziyade kullarının gelecekte elde etmek üzere hak ettikleri, lâyık oldukları sınırsız rahmetini, lûtuf ve merhametini ifade etmektedir. “Esirgemek” ve “bağışlamak” bu sonsuz, engin ve etkisi çeşitli rahmetin ancak bir parçası, etkilerinin yalnızca bir çeşididir. Rahman sıfatı bütün varlıkları kuşatırken, Rahim sıfatı bilhassa yeryüzünde şuurlular âlemine bakar. Bu âlemin sakini olan insanları ve cinleri iradeleriyle donatan ve netice olarak iman-küfür, güzellik-çirkinlik, doğru-eğri ayrımı Rahimiyet’e ait tecellilerdir. Ayrıca iradelerini doğru yönde kullanıp Allah’a iman ve teslimiyeti tercih edenlere dünyada hususi yardımlarda bulunma ve Ahiret’te de ayrıca mükâfatlandırma yine Rahimiyet’in tecellisidir. Farz-i muhal Rahmani tecelliler olmasaydı, kâinattaki diğer varlıklar gibi biz de yokluktan varlık sahasına çıkamazdık. Rahîmi tecelliler olmasaydı, bu defa da irade sahibi olamaz, Cenab-i Hakk’ın harika sanatlarını idrak edemez, din-iman-peygamber nedir bilemez, Cennet ve ebediyete eremezdik.

Allah lâfzî, başka dillere tercümesi mümkün olmayan bir Zat-i isim-sıfattır ve O’ndan başka kimse için kullanılamaz. Allah, kendisine ibadet edilmeye ve hayatin gayesi yapılmaya tek hak sahibidir. O zatından dolayı sevilir. Her şey Allah’a bağlıdır ve Allah ile ayakta durmaktadır. O’nun varlığı o kadar açıktır ki bir insan, kendisinin ve kâinatın varlığından şüpheye düşebilir fakat O’nun varlığından asla şüphe söz konusu değildir. O ma’bud olduğu için Allah değil, Allah olduğu için ma’buddur.

Allah(c.c.), Besmele sonrası ilahi mesajının ilk ayetinde hamdin âlemlerin rabbi olana yani O’na ait olduğunu ifade ediyor.  Dilimizde övme ve teşekkür etme, Arapça’da medih ve şükür kelimelerinin hamd kelimesine yakın mânaları bulunmakla birlikte bunlar arasında birtakım ince farklar da vardır. Methetme (övme) bir iyilik ve güzellik karşısında yapılır; bu iyilik ve güzelliğin sahibi, kendisinin bunda iradesi ve etkisi olsun olmasın methedilebilir. Kişi kendi iradesinin eseri olmayan güzelliği sebebiyle övüldüğü gibi cömertlik ve cesaret gibi erdemlerinden dolayı da övülür. Hâlbuki hamd ancak irade ve istekle hâsıl olan iyilik ve güzellik karşısında yapılır. Hamd, övme ve şükürden öte, ikisini de içine alan ve daha başka manaları da bulunan bir kavramdır. Övme, övülmeye layık bir sıfat veya başarı ile olur. Şükür, şuurlu varlıkların kendilerine ulaşan bir nimet karşısında duyduğu minneti ifade etmek için söylemiş olduğu sözü veya göstermiş olduğu tavrı ifade eder. Hamd ise kendisine dayanılan, korunmak için kendisine sığınılan, ihtiyaç halinde kendisine el açılan ve sadece kendisine ibadet edilen bir ma’bud manasına kastedilirken, O’nun dışında hiçbir şeye ma’budiyet atfetmemeyi ifade eder.

Şükür ve teşekkür “isteyerek yapılmış (ihtiyarî) bir iyilik ve ihsana karşı dille veya başka şekillerde uygun mukabelede bulunmaktır. Bu hem Allah’tan hem de insanlardan gelen iyilikler karşılığında yerine getirilmesi beklenen ahlâkî bir ödevdir. Hamdetmek de dil ile yapılır; “hamdolsun, elhamdülillâh…” denir ancak bunun sebebi yalnızca nimet ve ihsan değil; irade ve ihtiyara dayalı bütün güzellik ve iyiliklerdir. Bu mânada hamd yalnızca Allah’a mahsustur. Çünkü başkalarına ait olan iyilik ve güzellikler, gerçek ve kâmil mânâsıyla onların isteklerine bağlı değildir. İnsanların kendi isteklerine bağlı iyilik ve güzelliklerde Allah’ın da iradesi vardır. Onların irade ve isteklerine bağlı olmayan iyilik, güzellik ve hizmetler ise doğrudan yaratıcının, fıtrat ve özellikleri takdir edip yaratarak insanlara bahşeden kudretin eseridir. Dolayısıyla bu mânada hamd’in tamamı Allah’a mahsustur.

Âlem, maddî ve mânevî, görülen ve görülemeyen, dünyada ve ahirette Allah Teâlâ’nın yarattığı her şeydir. Görülen, hissedilen, insan bilgisinin ulaşabildiği maddî varlıklara “mülk ve şehâdet âlemi”, madde ötesi varlıklara da “gayb ve melekût âlemi” denilir. Gayb ve melekût âleminin tek sahibi Allah’tır. Mülk ve şehâdet âleminin ise gerçek sahibi Allah olmakla beraber görünürde ve mecazen başka sahipleri de olabilir. Günümüze kadar insan bilgisinin ulaşabildiği uzay, akıllara hayret verecek büyüklüktedir. Fakat bu büyüklük, gayb âleminin yanında bir kum tanesi kadar kaldığına göre gayb âleminin azametini akıl terazisi çekemez. Konuya bu açıdan bakıldığında evrenin büyüklüğüne ve ondaki düzenin inceliklerine dair ulaşılan her yeni bilgi, Allah’ın insana bahşettiği aklın nerelere kadar ulaşabileceğini ortaya koymasının yanında, erişeceği sırların enginliğini tasavvur edebilmesi için bir ölçü de oluşturmaktadır. Şu hâlde gayb âleminin bu büyüklüğü iman ve irfanla kavranmakta, oradan da bütün âlemlerin rabbi olan Allah’ın azamet ve büyüklüğü karşısında kula yakışan hayret haline ulaşılmakta; bu azamet karşısında kul secdeye kapanınca onun hayret hali, “huzur, güven, sevgi, yakınlık ve tatmin”e dönüşmektedir.

Rabb kelimesi, tek başına söylendiği zaman bundan yalnızca “Allah” kastedilir ve “terbiye eden, büyüten, yetiştiren, bakımını görümünü yapan” anlamına gelir. O’nun güzel isimlerinden biridir, “sahiplik ve terbiye edicilik” özelliğini ifade eder. Kâinatta geçerli olan bütün kanunlar, Rabb’in isminin birer tecellisi olmakla birlikte; insanların din kaideleri ile terbiye edilip gerçek insanlığa yükseltilmeleri de Rabb isminin bir tecellisidir. Allah’tan başka mutlak manada bir terbiyeci varlık, kurum ya da disiplin tanımayıp Rabb olarak yalnızca Allah’ı kabul etmek, kâmil manada Allah’a imanın esaslarındandır.

2.ayette ifade edilen Rahman ve Rahim isim-sıfatları başta Besmele ele alınırken izah edildiği için burada tekrar ele almıyor şunu ifade etmemizin yeterli olduğunu düşünüyoruz: “Bütün alemleri var eden ve terbiye eden, Rahman ve Rahim sıfatları ile onları koruyup gözeten Allah, hamd O’na aittir.”

3. ayetteki “Hesap ve Hüküm (din) gününün maliki” diye çevirdiğimiz tamlamada geçen mâlik “malın, mülkün sahibi” demektir. Kıraat âlimlerince “hükümdar, iktidar sahibi” anlamında “melik” şeklinde de okunmuştur. İnsanlar için kullanıldığında mâlik ile melik arasında güç, yetki ve tasarruf hakkı bakımlarından önemli farklar vardır. Mal ve mülkün sahibi (mâlik) kişinin başkalarına hükmü geçmez, başkalarına hükmü geçen hükümdar (melik) ise her malın ve mülkün sahibi değildir. Allah Teâlâ hakkında mâlik ve melik sıfatları kullanıldığı zaman mâna çerçevesinde bir eksiklik olamaz; çünkü O hem âlemlerin sahibidir hem de herkese ve her şeye hükmü geçer; O’nun iktidarı üstünde bir iktidar tasavvur bile edilemez. Melik, O’nun zâtına, mâlik ise fiiline ait sıfatlardır.

“Hesab ve Hüküm (din) günü” nün ahiretteki hesaba çekme ve hüküm verme günü olduğu, bunu açıklayan başka âyetlerden anlaşılmaktadır. Allah Teâlâ bütün zamanlarda ve zaman kavramına bağlı olmaksızın mutlak hâkim, sahip, melik ve maliktir. Ancak Allah Teâlâ dünya hayatında, imtihan için kullarına da sahiplik ve iktidar vermiş; imanı olduğu halde gaflet içinde bulunan kimseler –zaman zaman da olsa– Allah’ın sahipliği ve iktidarının bilincinde olmaya özen göstermemişler; imanı olmayanlar ise bunun şuurundan tamamen yoksun kalıp inkâr etmişlerdir. Âhiret âleminde kulun bu görünürdeki ve geçici iktidarı da ortadan kalkacağı için Allah’ın melik ve mâlik sıfatı bütün azametiyle ortaya çıkacak, belli olacaktır. Bunun için ahirette O, gerçekte ve görünürde “melik ve mâlik”tir. Mahşer’in, Sırat’ın, Cennet’in ve Cehennem’in yani Ahiret âlemindeki her şeyin mülkü ve sahipliği O’na aittir.

Bir hadis-i şerifte, Cenab-i Allah’ın “Fatiha’nın yarısı benim, yarısı da kulumundur.” buyurduğu ifade edilmektedir. Bu ayete !!!(hangi ayet?)!!! kadar Allah’a ait olup, Besmele’den buraya kadar Allah’ın kendisi ve sıfatları, kulları ve kâinat ile kesintisiz ilişkisi, dünya hayatının sonu ve hesap günü hakkındadır. 5. (!!!5. ayet mi,ilk beş ayet mi?!!!) ayet Allah ile kulu arasında olup, son iki ayet de kula aittir. Bu ayette yukarıda ifade edilen temel hususları iman içinde dinleyip anlayan ve şuuruna yerleştiren kullarında hâsıl olacak duygu ve düşünceye, davranış biçimine tercüman olarak “Ancak sana kulluk eder ve yalnız senden yardım dileriz” buyuruyor. Şu hâlde yukarıda sıralanan eşsiz ve benzersiz sıfatlar Allah’a mahsus olduğuna göre ibadetin ve yardım dilemenin O’na özgü kılınması da –kul açısından– tabii hale gelmektedir.

İbadet “kulluk ve tapınma” olarak anlaşılmıştır. Bu kavramın içinde kâmil mânada “sevgi, korku ve boyun eğme” vardır; bu üç tavır ve duygunun birlikteliği ibadetin temelini oluşturur. İnsanların yaratılış gayesi ibadettir; ancak onlar buna mecbur tutulmamışlardır, yani terim anlamıyla ibadet, iradeye bağlı olmayan hareketler ve oluşlar gibi hâsıl olmamakta; ilâhî emri kul, –dünya hayatında bir imtihan olarak– serbest iradesiyle yerine getirmekte veya ihmal etmektedir. Dünyanın bütün nimetleri ve imkânları insanın, insanca (yalnız Allah’a kulluk ederek) yaşaması için verilmiş araçlardır. Bunları amaçlarına uygun olarak kullanmayanlar nimetin kıymetini bilmemiş ve israfa sapmış olurlar. İnsanın sınırlı gücü ve iradesi her zaman maddî ve manevi ihtiyaçlarını karşılamaya ve kendisinden beklenenleri yerine getirmesine yeterli olmamaktadır. Bu sebeple insanlar hem diğer insanlardan hem de insanüstü güçlerden yardım istemeye ve almaya kendilerini mecbur hissetmişlerdir. Fakat onların bu iki kaynaktan yardım istemek ve almak için tuttukları yollar, benimsedikleri sistem ve usuller, ilâhî irşada kulak asmadıkları zamanlarda şirke ve bedbahtlığa düşmelerine sebep olmuş; dolayısıyla birçok bâtıl din, işe yaramaz sistem ortaya çıkmıştır. Bu âyet, ibadet ederken ve yardım isterken yöneleceğimiz doğru adresi bize göstermekte ve tevhidi (bir Allah’a ibadeti, sığınmayı ve yönelmeyi) getirmektedir.

Âyette “ibadet ederiz” seklinde fiilin geniş zaman olarak kullanılması, ibadetin bir defaya mahsus olmayıp, bir sistem dahilinde tekrar ber tekrar yapılmasına; çoğul olarak gelmesi cemaatle ibadetin daha güzel olduğuna ve bütün organları, hücreleri ve zerreleriyle fert; herhangi bir yerde ibadet için bir araya gelmiş mü’minler; halka halka Kabe’yi kıble edinmiş bütün yeryüzündeki mü’minler olarak değişik cemaatlere işaret vardır. Allah’a kulluk, başka her türlü kulluktan kurtulmayı gerektirdiğinden ve netice verdiğinden insan hürriyetinin yegâne vasıtası ve şeref kaynağıdır. Allah’a kulluk dairesinde peygamberler dahil hiçbir insan diğerlerinden büyük değildir. Her insan kuldur.

6. ayet-i kerimede kullar, Yaratıcıya layık olabilmek için O’nun gösterdiği doğru yola ulaşabilmeyi dilemektedir. İnsanlar maddî ve mânevî hayatlarını düzenlerken doğrunun yanında yanlış da yapmışlar; hatalı, çıkmaz, saptırıcı yollara da yönelmişlerdir. Sapmanın ve yanılmanın baş sebebi insanın kendini yeterli sanması, bilgi ve güç almak için Allah’a yönelmeyi reddetmesidir. “Gerçek şu ki insan, kendini kendine yeterli görerek ille de azgınlaşmaktadır! Oysa (kuldaki) her şey yalnız rabbine aittir (O’na dönecektir)” (Alak 96/6-8). “Bize doğru yolu göster” duası aynı zamanda rabbin, kullarına bir irşad ve uyarısıdır; eğer insan kendine yeterli olsaydı, doğru yolu görmesi ve bulması için bir başkasına ihtiyacı olmazdı. Yaratıcı bu talimatı verdiğine göre kula düşen, ilâhî irşada kulak vermek, insanî bilgi ve kabiliyetlerini bu irşad doğrultusunda kullanarak her adımını doğru atması için O’nun tarafından sağlanan imkânları gerektiği gibi kullanmaktır. “Doğru yol” (sırât-ı müstakim) İslâm’dır. Hadiste yer alan bir örnekle açıklanacak olursa dosdoğru bir yol, yolun iki tarafında iki duvar, duvarlarda açılmış perdeli kapılar ve yolun başında da bir çağırıcı var ve o, “Ey insanlar! Hepiniz doğru yola giriniz, dağılıp parçalanmayınız!” diye sesleniyor. Birisi perdeli kapılardan birine girmek istediğinde yukarıdan bir başka çağırıcı sesleniyor: “Sakın o perdeyi kaldırma! Kaldırırsan girer gidersin!” Bu örnekteki yol İslâm’dır, duvarlar Allah’ın koyduğu sınırlardır, kapılar haramlardır, yolun başındaki çağırıcı Allah’ın kitabıdır, yukarıdaki çağırıcı ve uyarıcı, her müminin kalbindeki ilâhî öğütçüdür. Böylece İslâm’da vahiy, vicdan ve akıl birlikte işletilerek doğru yol bulunması tavsiye edilmektedir.

Son ayet-i kerime bir insanlık tecrübesine atıf yapmaktadır. İslam’dan öncede pek çok kavim ve millet dünyanın farklı coğrafyalarında yasamışlar, onların pek çoğuna da rehberler yani İlahi kitap ve peygamberler gönderilmiş, bir süre onların izinde sırat-i müstakimde yaşamalarına rağmen zaman içinde bu yolun erkânını unutup farklı alternatif yollara sapmışlardır. Burada bu tarihi tecrübeye bir atıf yapılarak yolun doğrusu ve eğrisi hakkında bir başka ölçüt ve delil verilmektedir. İslâm yalnızca Allah kitabında böyle buyurduğu için doğru yol değildir, aynı zamanda tarih boyunca ilâhî irşadı reddedenlerin tecrübeleri de doğru yolun İslâm olduğunu göstermektedir. Bu sebeple doğru yolu arayanlar ve üzerinde bulundukları yolun sağlamasını yapmak isteyenler, dönüp tarihe bakmak, gerçek mutluluğu bulanlarla sapanlar ve Allah’ın gazabına uğrayanların yol ve yöntemlerini incelemek durumundadırlar. Tarihte hem örnekler hem de ibretler vardır. Örnekler, peygamberlerin izlerinden giden fert ve ümmetlerde, ibretler ise onlara cephe alan ve Cenâb-ı Hakk’a meydan okuyanlarda görülmektedir.

İnsan, varlıklar içinde müstesna bir yere sahiptir. En güzel şeylere meyleder ve en güzel şeyleri ister. Sûrenin başında da ifade edildiği gibi Allah, Rahman’dır, yaratmış olduğu varlıkları görür, onların ihtiyaçlarını bilir ve verir; Rahim’dir, kendisini bilen ve iman edenleri görür ve gözetir. O her an kâinatın üzerine nimetlerini yağdırmaktadır. Allah’ın insanlara en büyük nimeti Din nimetidir. Bununla insanlar, dünyada ve ahirette gerçek saadete ulaşır ve var oluşun hakiki gayesini gerçekleştirirler. Bizler de bu ayette olduğu gibi Yaratıcımızdan bizleri, nimetleri ile donattığı, bu nimetlerin kendilerini şaşırtıp sırat-i müstakimden saptırmadığı ümmetlerin yoluna iletmesini istiyoruz. Ayet, Allah’ın nimetlendirdiği kişilerce temsil edilen sırat-i müstakimin karsısında iki zümrenin yolundan insanları sakındırmaktadır, bu iki zümrenin sırat-ı müstakimden sonra anılması, ilk anda onların da bu yolda yürüdükleri ancak daha sonra bir şekilde bu yoldan sapan zümreler olduğunu işaret etmektedir.

Müslim’in rivayet ettiği bir kutsî hadiste (bk. “Salât”, 38) Allah Teâlâ’nın, “Namazı (Fatiha’yı) kulumla kendi aramda yarı yarıya paylaştım ve kulum dilediğini alacaktır.” buyurduğu ifade edildikten sonra şöyle devam edilmiştir: Kul (namazda Fatiha’yı okurken) “Hamd âlemlerin rabbi Allah’a mahsustur” deyince Allah, “Kulum bana hamdetti” buyurur. Kul “rahmân ve rahîm” deyince Allah, “Kulum beni övdü” der. “Din gününün tek sahibi” deyince “Kulum benim yüceliğimi dile getirdi.” der. “Ancak sana ibadet eder ve yalnız senden yardım dileriz.” deyince “Bu, kulumla benim aramda ortak olan kısımdır ve istediği kulumun olacaktır.” buyurur. Kul “Bizi dosdoğru yola ilet; nimetine erdirdiklerinin yoluna, gazaba uğramışların yoluna da doğrudan sapmışların yoluna da değil!” deyince Allah, “İşte bu, yalnızca kuluma aittir ve kuluma istediği verilecektir.” buyurur.

“Duamızı kabul buyur, böyle olsun, bizi eli boş çevirme” mânasına gelen “âmin” sözü, dilleri ne olursa olsun bütün müslümanların, hatta semavî din mensuplarının ortak ifadeleri haline gelmiştir. Bu cümle Fâtiha sûresine dahil olmadığı gibi âyet de değildir. Birçok hadiste Resûlullah’ın Fatiha’dan sonra “âmin” dediği ve böyle denilmesini öğütlediği ifade edilmiştir. Namazda veya namaz dışında Fatiha’yı okuyan veya dinleyen kimse, sûrenin sonunda “âmin” deyince aynı zamanda meleklerin de “âmin” dedikleri, hem şehâdet hem de gayb âlemlerinde aynı anda dile getirilen bu duanın Allah tarafından kabul buyurulacağı hadislerde açıklanmıştır. Yine sahih hadisler, Fâtiha sesli okunduğunda “âmin” duasının da sesli yapılacağı bilgisini getirdiği için fıkıh mezheplerinin çoğu bunu benimsemişlerdir.

Görüldüğü gibi Fatiha sûresi bir fihristedir, kapağı açılıp okunmaya başlayacak olan kitabı 7 ayet-i kerimede özetlemiştir. Kur’an-ı Kerim’in ana konuları ve dinin temel esasları Tevhid, Nübüvvet, Ahiret ve İbadet konuları bu sûredeki ayetlerde çok veciz bir şekilde ifade edilmiştir. Hemen sonrasındaki Bakara sûresinin başından itibaren de bu konular detaylı bir şekilde ayetlerle açıklanmıştır.

Sevgini paylaş

Leave a Reply

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir